Türbelere devam – 3

İsmail Kara’nın 3 ciltlik büyük boy, 1183 sayfa tutarındaki Resimli Cumhuriyet Din Kitabı aynı zamanda bir estetik, sanat, medeniyet tarihi ve kültür eseridir. Bugün çok kimsenin farkında olmadığı bir takım hassasiyetlere yer verir. 1925’te tekkelerle birlikte türbeler de kapatılmıştı. Bunlar bir gerilik sembolü olarak görülmüştü. Yazarımız çoğumuzun farkında olmadığı yönlere dikkati çeker. Tarihimiz, kültürümüz, sosyal hayatımız ve inanç dünyamızda türbelerin ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu hatırlatır. Şöyle der:

TÜRBE VE ZİYARET YERLERİNİN ANLAMI

“Türbeler ve ziyaretgahlar İslam ve Türk şehircilik anlayışı, iskan ve imar fikri, yerleşme düşüncesi ve yaşama biçimi açısından da çok önemli bir yere sahiptir. Doğum, göbek bağı, sünnet merasimi, mektebe başlama, düğün, mübarek gün ve geceler, ölüm… gibi hayatın büyük durakları, şifa ve tedavi gelenekleri, hayrat ve adaklar… türbelerin, ziyaretgahların içinden veya etrafından geçer. Bir şekilde ve her birinin kendine mahsus gelenekleri ve üslubuyla geçer… Onun için Sultan Fatih’in İstanbul’un fethinin hemen akabinde bütün şehitlerin şehit düştükleri yerlerde defnedilmelerini emretmesi Müslüman İstanbul’un bütününü bir meşhet şehitlik, ziyaretgahı haline getirmekle kalmadı, şehrin yeni ve belirleyici işaret taşlarını da bu yolla döşemiş oldu. Köhne surları, Bizans eserlerini Müslümanlaştırıp munisleştiren de büyük ölçüde bu makamlar ve şehitlikler, onların bir köşesine kondurulan mescitler, tekkeler, çeşmeler, sebiller, namazgahlardır. Sonra o şehirler, o mahalleler yeniden kurulup gelişirken merkezlerde veya mahallelerde o mütevazi yapılar yerlerini korurken daha büyük, daha gelişmiş cami ve tekkelere, medrese ve imaretlere, külliyelere bitişecek, onları hem mana hem estetik itibariyle tamamlayacaktır.” (s. 133)

SANATÇI GÖZÜYLE

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı kitabı her Türk aydınının okuması gereken bir eserdir. İ. Kara, konumuzla ilgili olarak şu alıntıyı yapmış:

“Şark için ölümün sırrına sahiptir’ derler. Fakat şark milletleri içinde dahi ona bizim kadar hususi bir çehre veren, her türlü laubalilikten sakınmakla beraber ehlileştiren başka bir millet yoktur. Ve bunu ne kadar basit unsurlarla yaparız: sade mimarili bir türbe çok defa tahtadan, sırasına göre oymalı ve zarif, bazen de düz ve basit bir sanduka, birkaç işlenmiş örtü veya düz yeşil çuha, bir kavuk, bir tuğ… İşte cedlerimize ebedi hayatı tecessüm ettirmeye yeten malzeme bundan ibarettir. Bu kadar fakir unsurlarla hazırlanan abidede ferdi hayatı hatırlatan tek çizgi, isimden ibarettir. Evet, tek bir isim, ancak milyonlarla ölçülen bir mesafeden bize ışıkları göndermekte devam eden sönmüş bir yıldız gibi, ölümün uzaklığından bir ömrün hatırasını tazeler, içindeki ölüden ziyade ölüm için yapılmış olan bu küçük fakat muhayyileye hitap etmesini bilen abide, eski Türk şehirlerinin ortasında, yaşanan zamanla ebediyet arasında aşılması çok kolay bir köprü gibi adeta üçüncü bir zaman teşkil ederdi. Ölüler bu basit ikametgahlarından sokağın, bütün hayatına şahit olurlardı. Zaten Ramazan, bayram, kandil, büyük zaferler, sevinç ve kederlerimiz, hepsini onlarla paylaşırdık.” (Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul) (s. 133-134)

(devam edecek)