Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ
Osmanlı’nın son döneminde eğitim-öğretim kurumları eskiye göre daha yaygın hâle geldi. Doğu ve Batıdan birkaç dil bilen, eserler yazan insanlarımızın sayısı çoğaldı. Bunlardan biri de Hüseyin Vassaf’tır.
Hüseyin Vassaf (1872-1929) eski kültürümüzle yetişmiş Arapça, Farsça ve Fransızcaya vâkıf, edip, şâir ve mutasavvıftır. Osmanlının son devri mutasavvıfları ve ilim adamlarımızın hayatları ve eserleri hakkında 30 civarında kitabı vardır. Bunlardan en meşhuru, beş ciltlikSefîne-i Evliyâ‘dır (Bk. Kitabevi yayını)
Bu yazıda onun yeni çıkan kitabı Hicaz Hâtırası‘nı tanıtmak istiyorum. Kitabı yayına hazırlayan Prof. Dr. Mehmet Akkuş şöyle der:
“Vassaf’ın eserlerinden biri olan Hicaz Hâtırası da âilesinin himmetleri ve Kubbealtı’nın değerli çabalarıyla elinize ulaşmış bulunmaktadır. Bu eser, onun diğer kitaplarından oldukça farklıdır. 1906’da yapılmış Hac seyahatiyle ve onun zeyli durumunda olan 1914’teki Sûriye ve Filistin seyahatinin hâtıraları, fotoğraflarla birlikte kaydedilmiş, edebî ve hissî yönü ağır basan, târihin en zor döneminde Otadoğu ve bu bölgedeki Osmanlı idâresi ve kültürü hakkında birinci elden bilgiler vermesi bakımından oldukça önem arz etmektedir.” (s. XII)
Kitap, yazarının ifadesiyle “gözleme dayalı, mânevî bir aşkla kaleme alınmış târihî bir eser”dir.
Günümüzde uçakla birkaç saatte Hicaz’a varılmaktadır. 20. asrın başlarında üç-dört ayda gidilip gelinirmiş. Bugün gidiş geliş zamanı kısaldı, ama coğrafyamız da küçüldü. Aşağıda sayacağımız yerler ve Hicaz o zamanlar bizimdi, Osmanlı toprağıydı.
Hicaz Hâtırası 28 Aralık 1905’ten 11 Nisan 1906’ya kadar üç buçuk ay süren bir Hac yolculuğunun hikâyesidir. İstanbul’dan Cidde’ye gemiyle, Cidde-Mekke, Yenbu’-Medîne arasında develerle gidilmiştir. Asvan adlı gemiyle İstanbul’dan yola çıkılmıştır. Gemide hacca gitmek üzere İranlı, Kırımlı, Dağıstanlı, Buharalı, Kazanlı hacı adayları vardır. Gemi Marmara ve Akdeniz’den geçer, Süveyş kanalı, Kızıldeniz yoluyla 19 gün süren çileli ve mâcerâlı bir yolculuktan sonra Cidde’ye ulaşır. Develerle kumlara bata çıka Cidde’den Mekke’ye yapılan seyahatte çekilen sıkıntılar, Kâbe aşkıyla tatlı bir heyecâna dönüşür.
Hüseyin Vassaf Hac görevini yaptıktan sonra Cidde-Yenbu’ arasını gemiyle, Yenbu’-Medîne kısmını yine develerle kat eder. Medîne’ye yaklaşınca heyecânı iyice artar. Yazar, Hz. Peygamber’e duyduğu özlemi ve aşkı, kendi yazdığı na’tlerin yanı sıra, başka şâirlerinkini de ekleyerek gāyet aşıkâne bir şekilde dile getirir.
Müellif, gezip gördüğü topraklardaki gözlemlerini de aktarır. Çökmekte olan Osmanlı idâresinin zâfiyeti, şehirlerin görünüşü, ahâlînin sıkıntıları, ulaşım zorlukları…
H. Vassaf’ın gerek kendi çektiği, gerekse o zamanki kartpostal ve gazetelerden topladığı, 100 sene öncesine âit 260 adet fotoğraf, kitaba ayrı bir değer katmaktadır.
Asıl değerli olan ise yazarın millî-dînîhassâs
Kitaptan bazı alıntılar:
İstanbul’dan kalkan gemi bir vesîleyle Çanakkale’ye uğrar. Bu fırsattan istifâde Hüseyin Vassaf Gelibolu’da, Muhammediyye müellifi Mehmed Efendi ve kardeşi Ahmed Bîcan’ın türbelerini ziyâret eder. Yazarımız türbe ziyâretlerinde halkın bazı yanlış tavırları olduğunu kabul etmekle birlikte şöyle der:
“Ancak onlarda (türbelerde) tecellî etmiş olan irfân-ı Muhammedî tesiriyle kalbimizde hâsıl olan heyecan ve hürmet duygusunu göstermekten ibâret olan hareketi kötüye yormamak gerekir. Bu husus mânevî zevk konusu olup, zevk sâhipleri o gibi mübârek makamları ziyâretle iç ferahlığı duyarlar. Zevkleri müşâhedeye, müşâhedeleri müşâfeheye (söyleşmeye), müşâfeheleri teâliye (mânen ilerlemeye) doğru uzanır. Tatmayan bilmez.” (s. 18)
*
Vapur Süveyş kanalındayken Mısırlı bir kitapçı gelir. İskenderiye ve Mısır kartpostalları satmaktadır. Yazarımız hepsinden birer tâne alır ve şöyle der: “Gerçi İskenderiye ve Kāhire’ye gidemedim, ama hiç olmazsa resimlerini görmüş oldum ve onları bu seyahatnâmemize yapıştırdım. (s. 56)
İşte bu fotoğraflardan biri de İbrâhim Gülşenî (v. 1534) türbesine âittir. Hüseyin Vassaf resim altına şunları yazmıştır: “Kāhire’de olup ziyâretgâh olan Pîr-i tarîkat-ı Gülşenî Hazretleri’nin türbesidir. Türbenin bânîsi Sultan Süleymân-ı Kānûnî’dir. Çini ile müzeyyendir. İbrâhim Gülşenî Ma’nevî-i Şerif müellifi olup Hz. Celâleddin-i Rûmî’nin zuhûr-u İbrâhim’den evvel medîhasına(övgüs
*
İhram giymenin sırrı:
Bilindiği üzere Hacc yolculuğu sırasında mîkat denen belli yerlere varınca ihram giyilir. İhram iki parça bez veya havludan ibârettir. Biri peştamal gibi vücûdun altına sarılır, öteki omuza atılır. Hac tamâmen sembollerle dolu bir ibâdettir. Bunların iç mânâları geniş biçimde îzah edilir. Hüseyin Vassaf ihram için şunları yazmış:
Hacda yapılan hareketlerin sırları hakkında evliyâullah efendilerimiz buyurmuşlar ki: Büyük insanların huzûruna gösterişli elbiseyle girmek umûmî bir usuldür. Harem-i şerîfe Allah’ın evine girmek isteyen ziyâretçiler gündelik elbiseden soyunup yalnızca ihram giyerler, baş açık ayak yalın şekilde olurlar. Bunun hikmeti şudur: Yaratıkların kapısından girmek Beytullahın kapısıyla kıyaslanmaz. Hacıların ecir, sevap ve mükâfatları çok ve Hakk’a mânevî yakınlıkları o nispette fazladır. İşte bu hikmetledir ki ihram giyerek, hacı adayı dünyânın fânî süslerinden müstağnî ve onlardan soyunarak sanki doğum anlarını ve ölülerin haşredileceği günü düşünür. Âhiret vaktinin duraklarını hatırlar. Böylece ilâhî feyz kapılarına yaklaşma arzûsuyla tevâzû göstermiş olur. (s.64)
*
O devirde Mekke’deki bir hastahânemzi anlatır: Gurabâ-yı Müslimîn (kimsesiz Müslümanlar) hastahânesi Mekke-i Mükerremenin en faydalı hayır eserlerindendir. Bezm-i âlem Vâlide Sultan vakfıdır. Oldukça muntazamdır. Burada tedâvî ve ilâç ücretsizdir. Başhekim Servet efendi adında biridir. Eczâcıları ve hizmetkârları Arap, doktorları Türktür. Başvuran her hastaya iyi davranırlar. Bütün masraflarını İstanbul’da Evkaf İdâresi karşılardı. (s.142)
*
Mekke’de bir hamama gidişini anlatır: Hamam pek kalabalık idi. Sûriyeliler vardı. Mısırlılar da gördüm. Bunlar pek serbest idiler. Peştemalları terk etmişler, anadan doğma bir halde yıkanmak istiyorlardı. Bunu edep ve terbiye kabul etmez. Husûsuyle Mekke-i Mükerreme’de hiçbir şekilde câiz görülmez.
Bir kurnada yıkanmakta iken yirmi kişi kurnaya geldi. Onlar da yıkanmaya başladılar. Suyu kurnadan almaktan ise musluktan doldurarak dökünmeyi tercih ettim. Ne ise belki temiz girip kirli çıktık. Çamaşırımı ve havlumu mendilime koyup bir çiviye asmıştım. Böylece Allah’a şükür bitten uzak kalmış oldum. Bir daha hamama gitmedim. Avret yeri örtülü olan bizim Türklerdir. Başka milletlerde edep ve hayâ kalmamıştır. (s.146)
*
Arafat’ı anlatırken İsmâil Hakkı Bursevî’den (1653-1725) şu alıntıları yapar: Arafat’ın Harem’den hâriç olmasının hikmeti şudur. Hz. Âdem ve Havvâ işledikleri hatâ sebebiyle cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirildiler. Nice müddet sonra burada buluştular. Cenâb-ı Hak tövbelerini kabul buyurdu. Allah Kâbe’yi ziyâret etmelerini istiyordu. Buradaki ağlayıp inlemeleri affedilmelerine sebep oldu. Harem-i Şerîfe tövbe etmiş olarak girdiler. Daha sonra Kâbe’yi ziyâret ettiler.
Arafat’tan Harem-i şerîfe ve Harem’den Kâbe’ye sırasıyla gitmekte, fiillerden sıfatlara ve sıfatlardan zâta yükselme şekli vardır. Bunlar sanki sultâna müteaddit perdeler gibidir. Ünsiyet ve huzur âlemine ise tedrîcen varılır ve âdap ve erkân kāidesi üzere girilir. (s.154)
*
Şeytan taşlama yerini anlatır: Burası Hz. İbrâhim (as)’ın oğlu İsmâil’i kurban etmek üzere götürürken şeytanın vesvese verdiği yerdir. Atılan taş o hâdiseyi gösteren özel bir işârettir. Bunun hakîkatini sûfîlerin büyükleri açıklamıştır. İnsan vücûdunda İbrâhim’i İsmâil’i bulup şeytanın onlara vesvese vermesini tasavvufa göre sebeplerini anlatmışlardır. Yoksa yine bizim yapmış olduğumuz bir duvara taş atmak, hakîkatten habersiz olanları dalâlete düşürür. (s.154-155)
(Şeytan taşlama hareketi çeşitli şeytânî ve nefsânî dürtülere karşı yapılmış sayılır. Her birimizin içimizdeki kendi şeytanımıza muhâlefet etmede bir kararlılık gösterisi olarak tekrarlanan sembolik bir uygulamadır. M.D.)
*
Hüseyin Vassaf’ın Medîne’ye olan yolculuğu Resûlüllah aşkını alevlendirir. Peygamber övgüsüyle yüklü şiirleri hatırlar. Gönlü heyecanla doludur. Salâhî’nin şu beyitle başlayan na’atini okur.
Gönül fikr-i hayâlinle sabahlar ya Resûlellah
Olur şem’-i cemâlinle sabahlar ya Resûlellah
Şöyle der:
“Dağlar arasından inişli yokuşlu yollardan saatlerce geçtik, sabahı ettik.
Olmaz uyumak âşıka, Allah yoludur bu
Nâlân olup Allah diyelim hû diyelim hû
diyen bir âşıkın sözüne baktık, harekette bulunduk.” (s,194,195)
*
Medîne yolculuğu feyizli geçmiştir, öyle der. “Devecimizden ricâ ettik, bir şey oku dedik. Güzel bir tesâdüf, Hz. Ahmed er-Rifâî’nin Peygamberimizin huzûrunda okuduğu meşhur kıt’asını okumaya başladı. Deve üzerinde duramadım. Kendimi aşağı attım. Bir saat kadar yaya yürüdüm.” O kıt’a şöyledir:
فِي حَالَةِ البُعْدِ رُوحِي كُنتُ أُرْسِلُها
تُقَبِّلُ الأرْضَ عَنِّي وَهِي نَائبَتي
وهذه نَوبَةُ الأشْبَاحِ قَدْ حَضِرَتْ
فامْدُدْ يَمِينَكَ كَيْ تَحْظَي بِها شَفَتِي
Hüseyin Vassaf bu dörtlüğü hisli bir ifâdeyle şöyle Türkçe’ye çevirmiştir.
“Ya Resûlellah! Kendim Basra’da bulunduğum zaman, senin mübârek zâtını düşünür, aradaki mesâfenin uzaklığı sebebiyle vekâleten rûhumu dâimâ mübârek huzûruna gönderirdim. O benim vekîlim olarak senin ayağının tozuna yüzler sürerdim. Bu sefer Allah’ın lutfu ve Resûlünün feyzi olarak nöbet o rûhu taşımakta olan bu sâdık kuluna geldi. Senin saâdetli huzûrunda bulunuyorum. Aman yâ Nebiyyallah! Lütfen, kereminle, inâyetinle nurlu elini uzat öpeyim. Dudaklarım o mübârek eline temas etmek şerefine ererek lezzet alsın.” (s. 197)
(Bunun üzerine Peygamberimizin kabr-i şerîfinden nûrânî bir el uzanır ve Ahmed er-Rifâî bu eli öper. 1160 senesi hacılarından orada bulunanlar bu manzaraya şâhid olur. Bu sebeple A. Rifâî’nin lakaplarından biri de ‘sahib-i meddi’l-yed” yani Hz. Peygamber’in elini uzattığı kimsedir. M. D.)
*
Hüseyin Vassaf Medîne-i Münevvere’ye yaklaşma anlarını anlatır: “Tam bu sırada uzaktan şehr-i Medîne göründü. Gözler nurlandı, gönüller şenlendi. Rûhâniyeti bizimle beraber olan Hz. Şemsî-i Sivâsî:
Cânân ilinin güllerinin bâğı göründü
Dost iklîminin lâlesinin dağı göründü
……
Dil-hastesinin derdine dermân erişti
Şemsî’ye bugün dostunun otâğı göründü
Bu son mısrada, “Uşşâka bugün dostunun otağı göründü” demek uygundur. (s. 210)
“Bir müddet kendimden geçtim. Şeydâlık tesiriyle lâübâlîliğe dûçar oldum. Nâbî merhum gelip fakîre ihtara başladı ve dedi ki:
Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir makām-ı Mustafâ’dır bu
…..
Murâat-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır cilve-gâh-ı enbiyâdır bu (s. 211)
*
Müellif Medîne’de, Resûlüllah’ın huzurunda pek çok mânevî güzelliklere ve ikramlara nâil olur ve şöyle der. “Ben her türlü saâdetin menbaı olarak o Efendimi, veliyy-i nîmetimi bilirim. Benim ondan başka kimsem yoktur.
Ben gibi var mı cihanda olmayan hiç kimsesi
Yetiş imdâdıma ey kimsesizler kimsesi
Bu benim virdimdir. İmdâdıma yetişti.” (s. 217)
Devam eder: “Gözlerim Harem-i Şerîf’e (Ravza-i Mutahharaya) dikildi kaldı. Artık bir şey görmek istemiyordum. ‘Gözü dünyâ mı görür âşık-ı dildâr olanın’ Benim bu manzaraya meftun oluşum onun taşına, kirecine değildi. Ben putperest değildim. O mübârek binânın ihtivâ ettiği mukaddes yerde:
Tende cânım canda cânânım Muhammed Musrtafâ
Mülk-i dil tahtında sultânım Muhammed Mustafâ
Muntazırdır meh-cemâlin görmeye âşıkların
Gel tulû’ et mâh-ı tâbânım Muhammed Mustafa
diye medholunan; hayâtımın, saâdetimin ve âlemin yaradılışının sebebi olan Efendim (as)ın mübârek ve kutlu cesedini kucağına almış bir muazzam yer vardı. Orada defnedilmiş zât-ı mukaddese alâkam vardı. Onu ihtivâ etmek şerefine sâhip olan Harem-i şerîfe de hürmetle sevâba ermiştim.” (218)
*
“Babüsselam’a girince beni bir titreme tuttu, gözlerim karardı. Bastığım yeri, dolaştığım yüce makamları fark edemeyecek derecede aklım karıştı. Namaz kıldıktan sonra şiddetli bir ağlama geldi. Döktüğüm gözyaşları aşk deryâsında fırtınalara sebep oldu.”
“Heybet-i saltanat-ı Muhammediyye büyüktür. Beşer aklı onu idrakten âcizdir. İnsân-ı kâmil ve mükemmil olanlar seviyelerine göre vâkıf oldukları hakîkatler bakımından, her birinin ziyâret sırasında dûçar oldukları haller vardır. Bunlar Mir’ât-ı Medîne adlı kitapta anlatılır. Meselâ İmâm-ı Âzam Efendimiz Bâbüsselâm’ın önüne kadar 27 defa geldiği halde bir türlü içeri girememiştir. İmâm-ı Mâlik Efendimiz, Medîne içinde bir binite binerek dolaşmaktan edeb etmiş; Resûlüllah’ın mübârek ayağının temas ettiği toprağa ben ayakkabı ile basamam diye yalın ayak yürümüştür.” (s. 226)
*
Müellif Mescid-i Nebî hakkında bilgi verir. Osmanlı pâdişahlarına âit oradaki hâtıralardan söz eder. Sultan Abdülmecid’in bu mukaddes yapıyı tâmîri vesîlesiyle şu olayı anlatır:
“Harem-i şerîfin tâmiri sırasında taş kum ve sâir inşaat malzemesinin taşınmasında kullanılan katır ve develerin, hayatları boyunca bir daha hiçbir yere âit yük taşımamak üzere ve üzerlerine kimse binmemek şartıyla her biri ölünceye kadar otu, arpası, suyu ve sâir hizmetlerini gören adamlar tahsîsi için vakfiye düzenlenir. Onlara mahsus bir ahır yapılır. Bu yaptıkları kutsal hizmetin bir karşılığıdır. Bu düşünce altın harflerle yazılacak bir şeydir.” (s. 244)
Sonra şu dörtlüğe yer verir:
Ol Resûl-i müctebâ hem rahmeten li’l-âlemîn
Bende medfundur diye eflâke fahr eyler zemîn
Ravzasın edip ziyâret dedi Cibrîl-i Emîn
Hâzihî cennatü Adnin fe’d-hulûhâ hâlidîn (s. 245)
Son mısraın anlamı: Burası Adn cennetleridir. Buraya ebedî kalacak şekilde girin.”
Vakit saat gelince Ravza’dan ayrılmanın teessürünü azaltmak ve tesellî bulmak üzere şu ve benzeri beyitlere yer verir.
Hâk-i pây-i Mustafâ’ya yüz süren mesrûr olur
Her ne denlü mücrim ise âkıbet mağfûr olur.
*
Dönüşte Tur şehrinde vapura karantinaya alınır. Gerekli işlemler yapılır ve sefer izni verilir: “Saat onu çeyrek geçe hareket ettik. Süveyş’e kadar 120 mil mesâfemiz vardı. İnşallah yarın sabah oradayız. Tur Dağı’na hürmet nazarıyla bir daha baktım. Kamarama geldim. Seyr ü sefer selâmeti için Yâsîn ve Fetih sûrelerini okudum. Vapurumuz engine daldı.” (s. 287)
Yolculuk sırasında vapurda mevlidler okunur, duâlar edilir. Çeşitli Müslüman ülke hacılarıyla sohbetler yapılır.
Müellif hac yolculuğu hâtıralarını bitirirken 11 Nisan 1906 târihine dâir şunları yazar: “Cenâb-ı Hak tekrârını nasîb etsin diye duâ ettim. Fakat bu yollar kapanmıştır. Kalbimde ve din kardeşlerimin kalbinde muhabbet-i ilâhiyye ve muhabbet-i Muhammediyyeyi sâbit ve dâim kılsın. Âmîn.” (s. 314)
-Bu yazı, Kubbealtı AKADEMİ Mecmuası 161. sayıda (Ocak 2012) çıkmıştır–
Bir yanıt bırakın