Depremin üzerinden bir hafta geçti. Çok büyük acılar yaşadık ve yaşıyoruz. Televizyon kanalları 24 saat boyunca deprem bölgesinden yayın yapıyor. Bizim görebildikerimiz kameraya sığan sınırlı bir bölüm. Bildiklerimiz, habercilerin anlattıklarından ibaret. Bu kadarı bile içimizin yanmasına yetip artıyor.
Ateş düştüğü yeri yakar. Depremi yaşayanlar, yakınlarını kaybedenler, enkaz altında kalanlar kim bilir ne acılar yaşamakta, ne büyük ızdırap çekmekteler.
BÜYÜTÜLMÜŞ KARELER
Gördüğümüz deprem manzaraları tıpkı dünya gibi, yaşadığımız hayatın bir yansımasıdır. Şu farkla ki, daha yoğunlaşmış ve daha büyütülmüş kareler olarak karşımıza çıkıyor. O yüzden etkisi büyük. Dünya hayatı da böyle değil mi? Bir yanda acılar, ızdıraplar yaşanırken, öte yanda sevinçler, kahkahalar her yeri inletir.
Deprem görüntüleri de öyle. Onbinlerce insan evsiz barksız, malsız, mülksüz kaldı. Kış soğuğunda, yağış altında şaşkın vaziyette bekliyor. Ama aynı anda arama ekipleri enkaz altından sevimli bir kız çocuğunu kurtarınca; bir sevinç, bir mutluluk, bir alkış ortalığı kaplıyor. Küçük yavrunun tebessümü ve safiyane cümleleri bir mutluluk halesi şeklinde insanları kucaklıyor.
TEKBİRE KARŞI OLMAK
Öldürmeyen Allah öldürmez. Beş gün, altı gün sonra canlı olarak çıkarılan kimseler oluyor. Ne kadar sevindirici.
Bazı yerlerde kurtarma sonrası tekbir getirildiği oldu. İnsanların sevinçlerini ifade yolları var. Bir ölüm kalım mücadelesi sonunda başarıya ulaşılınca tekbir getirmek bu yollardan biridir.
İflah olmaz derecede inkarcı, kalpleri mühürlü bir grup televizyon yayıncısı “vay efendim, sevinç gösterisi olarak tekbir getirmek de neymiş, bu ne ne rezalet” diye yaygara kopardılar. Oysa tekbir getirilecek asıl yer burasıdır.
Bu tekbir, ey Allah’ım ne büyüksün, 4-5 gün sonra bir insanımızın sağ olarak kurtulmasını bize nasip ettin, sana şükürler olsun! anlamı taşır. Tekbirin siyasi slogan olmasından ben de hoşlanmam.
Ama bu son duruma itiraz etmeyi anlamak mümkün değildir.
Depremin beşinci gecesiydi. Televizyon açıktı, bir de ne göreyim, gene bir kurtarma gerçekleşmiş. Tekbir sesleri yeri göğü inletiyor. İşin garibi, canlı kurtarılan genç adam sedyenin üzerinde bu tekbir korosuna elleri kollarıyla tempo tutmaktaydı.
SORUMLU KİM
Bulunabilen müteahhitlerin kelepçeli olarak tutuklama görüntülerini vermek ne kadar doğru emin değilim. Evet yozlaşmış bir yapsatçı sistemimiz var.
Depremdeki hasarın büyük kabahatı yapsatçılar olabilir. Ama tek sorumlusu onlar değildir. Bu konudaki yönetmeliklerin uygulanmaması asıl büyük suçtur.
Bu suçun sahipleri geniş bir zincirin halkaları gibidir, arasında Belediyelerin imar sorumluları, kontrol eden kurumlar, oralarda çalışan teknik elemanlar, mühendisler vardır. Senelerdir sürüp gelen bu çarpık sistemi kabullenen bir toplum olarak hepimiz suçluyuz.
Depremin şiddeti gün geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Bazı bölgelerde yer yarılmış, toprak iki parçaya bölünüp arada büyük bir boşluk oluşmuş. Böyle bir zeminde hangi teknik tedbir işe yarar. Eski insanlar dağ yamaçlarında ev yaparladı. Biz işin kolayına kaçtık, taban araziyi iskan ettik.
Jeolojik etüdlerimiz var mı bilmiyorum.
Olsa bile dikkate alan kim?
MARAŞ KAÇ DEFA YERLE BİR OLMUŞ
Maraş’ın eskiden beri büyük depremlerin merkezi olduğu görülür. Urfalı Meteos’un yazdığına göre 1114’teki depremde 40 bin kişi ölmüş hiç kimse sağ kalmamış. Daha sonra 1500’lerde bölgede bir deprem daha olmuş, 1544’te Elbistan çökmüştür. Maraş’ta 1795’deki depremde ise şehrin dörtte üçü harap oldu. Bu son deprem onların bir benzeridir.
O halde ne yapalım? Depremle birlikte yaşamayı öğreneceğiz. Daha iyi tedbirler alıp tavizsiz uygulayacağız. Bu arada Zilzal suresini unutmayacağız ve dua edeceğiz: Ya Rab, biz aciz kullarız. Bize acı. Artık Cemal tecellilerine muhtacız.
Bizi bize bırakma Allah’ım!
Bir yanıt bırakın