KEMÂLİN PEŞİNDE

KEMÂLİN PEŞİNDE

İnsan denen varlık, gerek maddî gerekse mânevî yönü îtibâriyle yaratıkların en
mükemmelidir. İslâm inanç ve düşüncesine göre, insan en güzel biçimde (ahsen-i takvîm
üzere) yaratılmış ve Allah ona kendi rûhundan bir nefha vermiştir. Meleklere, insana secde
etmeleri emredilmiştir. Hiçbir varlığın yüklenmeye cesâret edemediği “emânet”i insan
yüklenmiş ve o, Allah tarafından yeryüzünde “halîfe” kılınmaya lâyık bulunmuştur. Allah’ın
isim ve sıfatlarının tecellîsi diğer varlıklarda münferid ve dağınık biçimde bulunduğu halde,
insanda topluca ve tam olarak bulunur. Aslında öteki bütün yaratıklar insanın hizmetindedir.
Mahlûkatın var oluşundaki esas sebep insanın var olmasıdır (insan hilkatin illet-i gaiyesidir).
İnsan türü bu kadar değerli olmakla berâber, fert fert her birinin derecesi aynı değildir. O aynı
zamanda zayıftır, hırslı ve huysuzdur, azgınlaşmaya müsâittir. Aşağıların aşağısına (esfel-i
sâfilîne) yuvarlanabilir. Ne var ki herkes alabildiğine yükselme ve “olgun insan” olma imkânına
sâhiptir. Yeter ki, mayasındaki cevherin kıymetini bilerek onu geliştirmek gayreti içinde osun.
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvân olan âdemsin sen
derken Şeyh Galip işte bunu hatırlatır: Ey insan oğlu, kendini iyi tanı, alıcı gözle bak,
göreceksin ki sen âlemin özüsün. Sen kâinâtın göz bebeği olan insansın. Bunun kıymetini bil
*
Bu noktada Hz. Mevlânâ’nın bir rubâisi dikkati çeker:
“Sen madendeki cevheri aradıkça, bir madensin. Sen ekmek peşinde koşar, sadece ekmek
düşünürsen, ekmek kesilirsin. Sen bu nükteli ve rumuzlu sözü anlarsan, her şeye aklın erer.
Ne arıyorsan, neyin arkasından koşuyorsan, sen osun, o şeysin!”1
Acaba neyi arıyoruz, neyi aramalıyız? Yeni Şehirli Avni bize yol gösterir:
Sanman kim taleb-i devlet-i câh etmeğe geldik.
Biz âleme bir yâr için âh etmeğe geldik.
Bir şeyi aramak onu istemek, talep etmektir. Kenan Rifai’nin şöyle bir beyti vardır:
Bilgin sana kıymet, talebin neyse, osun sen
İnsanlığı sâde yiyip içmekte mi sandın2
Beyitteki “talebin ne ise osun sen” ifadesi, Mevlânâ’nın rubaisindeki ana fikirle aynıdır.
Buradaki “talep” ve “aramak” sözlerine denk düşen önemli bir tasavvuf kavramı var:
Sözlükte “meyil, arzu, istek, azim” mânasına gelen himmet kelimesi , “Kendini veya
başkasını kemale erdirmek için kalbin bütün ruhanî güçleriyle Cenâb-ı Hakk’a yönelmesidir.”
Herevî himmeti, gönlü fâni dünyanın verdiği sıkıntıdan korumak ve bâki olan âhireti
arzulamaya yöneltmek; amel etmek, ancak amelle avunmayıp daha üstün şeyler istemek;
amellerin neticesi olan değerli hallerle yetinmeyip daha yükseklere göz dikmek şeklinde üçe
Kalbin temenni ettiği şeye bütünüyle yönelmesi uyanış tarzındaki himmettir. Bu
anlamdaki himmetin etkisi altına alamayacağı hiçbir şey yoktur.
İbn-i Arabî’nin belirttiği gibi, velîler, himmet denilen mânevî ve sırrî bir güçle misal
âlemindeki mümkün varlıkları gerçek varlıklar haline getirebilirler; çünkü himmet kâmil
Cüneyd-i Bağdâdî, “Himmetle ile bir an Allah’a yönelmen senin için her şeyden
hayırlıdır” demiştir. Tasavvufta büyük önem taşıyan bir hadiste, “Kaygılarını (hümûm) tek bir
kaygı ve âhiret tasası haline getiren kişiyi Allah dünya kaygılarından kurtarır” denilmiştir. 3
Himmet, kişinin” istediği yüce bir hedefe odaklanması ile meydana gelen motive edici
zihinsel güç” şeklinde de tarif edilebilir.4 İnsan hedefe olan kesin inancı sayesinde kendinde
güçlü bir enerji bulabilir. Öyle der Hz. Mevlânâ:
“Karınca Süleymanlık dilerse, onun bu dileğini hor görme, himmetine bak!”5
“Kanadı olan kuş, yuvasına kadar uçup gider. İnsanların kanadı da himmet(leri)dir.”6
İnsan bu kanatla Hakk’a yönelmesi durumunda mânen yücelecektir:
“Senin bir hayâle meylin (himmetin) yok mu? Senin için bir kanada benzer, o kanatla uçar
“Kanadını koru, şehvete kapılma da meyil (himmet) kanadın seni cennetlere yüceltsin.”8
“Himmetü’r-ricâl taklau’l-cibâl” yani “İnsanların/ ileri gelenlerin/ ricâlüllahın himmeti
Tasavvuf “Hakîkat’e ulaşmanın yolunu ve tecrübesini öğreten ilim sayılır. “Hakîkatü’l-
Hakāik” Allah’tır. Her şey O’nun eseri, O’nun tezâhür ve tecellîsîdir. Uğrunda ah edilen “yar”
da O’dur. Himmetin, talebin asıl amacı O’na kavuşmaktır.
Asıl konumuz insan idi. Tasavvuf anlayışında insanla kastedilen “insân-ı kâmil”dir. Bu
konuda Muhyiddin İbn-i Arabî’nin (1165-1240) görüşü yaygınlık kazanmıştır. Buna göre
Mutlak Vücud birdir, her şey O’ndan zuhur etmiştir. Bu zuhur vücud (varlık) mertebeleriyle
Mutlak Vücud ilk mertebede (taayyün-i evvel) ahadiyyetini vâhidiyyete
dönüştürerek taayyünâta başlamıştır. Bu ilk taayyüne “Hakîkat-i Muhammediyye” denir.
Yaratma fiili bu mertebeden sonra gerçekleşmiş, bütün mahlûkat ondan sonra yaratılmıştır.
Lât-aayyün (ahadiyyet), Hakîkat-i Muhammediyye’nin bâtını, o da lâ-taayyünnün zâhiridir.
Bu mertebeye aynı zamanda “insân-ı kâmil” denir.
Allah insân-ı kâmili yarattığı zaman ona akl-ı evvel mertebesini vermiş, bilmediklerini
öğretmiş ve onu halîfe kılmıştır. Göklerde ve yerde bulunanların hepsini onun emrine âmâde
kılmış, böylece Allah’ın âlemdeki hükmü insân-ı kâmille zâhir olmuştur. Âlemin varlığının
sebebi ve koruyucusu insân-ı kâmildir. Allah’ı hakkıyla ancak insân-ı kâmil bilebilir. Çünkü o
Allah isminin mazharıdır. Ayrıca varlık mertebelerinin sonuncusu da insân-ı kâmil
mertebesidir. Bu mertebe “lâ-taayyün” dışındaki bütün mertebelerin hakîkatini içinde
bulundurur. Bu sebeple ona “kevn-i câmi'” ve “âlem-i ekber” denir.
amellerin neticesi olan değerli hallerle yetinmeyip daha yükseklere göz dikmek şeklinde üçe
Kalbin temenni ettiği şeye bütünüyle yönelmesi uyanış tarzındaki himmettir. Bu
anlamdaki himmetin etkisi altına alamayacağı hiçbir şey yoktur.
İbn-i Arabî’nin belirttiği gibi, velîler, himmet denilen mânevî ve sırrî bir güçle misal
âlemindeki mümkün varlıkları gerçek varlıklar haline getirebilirler; çünkü himmet kâmil
Cüneyd-i Bağdâdî, “Himmetle ile bir an Allah’a yönelmen senin için her şeyden
hayırlıdır” demiştir. Tasavvufta büyük önem taşıyan bir hadiste, “Kaygılarını (hümûm) tek bir
kaygı ve âhiret tasası haline getiren kişiyi Allah dünya kaygılarından kurtarır” denilmiştir. 3
Himmet, kişinin” istediği yüce bir hedefe odaklanması ile meydana gelen motive edici
zihinsel güç” şeklinde de tarif edilebilir.4 İnsan hedefe olan kesin inancı sayesinde kendinde
güçlü bir enerji bulabilir. Öyle der Hz. Mevlânâ:
“Karınca Süleymanlık dilerse, onun bu dileğini hor görme, himmetine bak!”5
“Kanadı olan kuş, yuvasına kadar uçup gider. İnsanların kanadı da himmet(leri)dir.”6
İnsan bu kanatla Hakk’a yönelmesi durumunda mânen yücelecektir:
“Senin bir hayâle meylin (himmetin) yok mu? Senin için bir kanada benzer, o kanatla uçar
“Kanadını koru, şehvete kapılma da meyil (himmet) kanadın seni cennetlere yüceltsin.”8
“Himmetü’r-ricâl taklau’l-cibâl” yani “İnsanların/ ileri gelenlerin/ ricâlüllahın himmeti
Tasavvuf “Hakîkat’e ulaşmanın yolunu ve tecrübesini öğreten ilim sayılır. “Hakîkatü’l-
Hakāik” Allah’tır. Her şey O’nun eseri, O’nun tezâhür ve tecellîsîdir. Uğrunda ah edilen “yar”
da O’dur. Himmetin, talebin asıl amacı O’na kavuşmaktır.
Asıl konumuz insan idi. Tasavvuf anlayışında insanla kastedilen “insân-ı kâmil”dir. Bu
konuda Muhyiddin İbn-i Arabî’nin (1165-1240) görüşü yaygınlık kazanmıştır. Buna göre
Mutlak Vücud birdir, her şey O’ndan zuhur etmiştir. Bu zuhur vücud (varlık) mertebeleriyle
Mutlak Vücud ilk mertebede (taayyün-i evvel) ahadiyyetini vâhidiyyete
dönüştürerek taayyünâta başlamıştır. Bu ilk taayyüne “Hakîkat-i Muhammediyye” denir.
Yaratma fiili bu mertebeden sonra gerçekleşmiş, bütün mahlûkat ondan sonra yaratılmıştır.
Lât-aayyün (ahadiyyet), Hakîkat-i Muhammediyye’nin bâtını, o da lâ-taayyünnün zâhiridir.
Bu mertebeye aynı zamanda “insân-ı kâmil” denir.
Allah insân-ı kâmili yarattığı zaman ona akl-ı evvel mertebesini vermiş, bilmediklerini
öğretmiş ve onu halîfe kılmıştır. Göklerde ve yerde bulunanların hepsini onun emrine âmâde
kılmış, böylece Allah’ın âlemdeki hükmü insân-ı kâmille zâhir olmuştur. Âlemin varlığının
sebebi ve koruyucusu insân-ı kâmildir. Allah’ı hakkıyla ancak insân-ı kâmil bilebilir. Çünkü o
Allah isminin mazharıdır. Ayrıca varlık mertebelerinin sonuncusu da insân-ı kâmil
mertebesidir. Bu mertebe “lâ-taayyün” dışındaki bütün mertebelerin hakîkatini içinde
bulundurur. Bu sebeple ona “kevn-i câmi'” ve “âlem-i ekber” denir.
Vücud mertebeleri insanla tamamlanmıştır. Onunla âlem kemâle ermiş ve Hak Taâlâ isim
ve sıfatları îtibâriyle en kâmil mânâda tezâhür etmiştir. Şu halde insan, mertebe îtibâriyle en
son, kemal îtibâriyle derecesi en yüce bir varlıktır.10
Öte yandan insân-ı kâmil Hz. Peygamber’in mânevî hüviyetidir. Bu bakımdan ona “Nûr-ı
Muhammedî” ve “Hakîkat-i Muhammediyye” de denir. Hz. Peygamber’in ilmî, ahlâkî ve rûhî
fazîletlerine sâhip evliyâullah “vâris-i Muhammedî”dir.
Asıl insân-ı kâmil olan Hz. Peygamber ile onun vârisi olan insân-ı kâmil, Allah’ın
ahlâkıyla ahlâklanmıştır. Kâmil insanın sözleri doğru, işleri iyi, ahlâkı güzeldir. O hikmet ve
mârifet sâhibidir, yâni eşyâyı ve ondaki hikmeti gereği gibi bilir.
İnsân-ı kâmil ilâhî varlık için en büyük şâhit ve delildir. Çünkü ilâhî isim ve sıfatlar hiçbir
varlıkta insân-ı kâmilde olduğu kadar parlak şekilde görülmez. O, Allah isminin mazharı,
yaratılışın gāyesi ve Allah’ın halîfesidir.11
Hz. Peygamber”Allah Âdem’i kendi sûretinde yarattı”12 buyurur. Hadisteki “sûret”
Gazâlî’nin (1058-1111) de hatırlattığı gibi, elbette şekil, renk ve hey’et gibi maddî çağrışım
yapan sûret değildir.13 Hz. Âdem insan türünün ilk örneğidir. Allah onu, Cemal ve Celâl
sıfatlarının tezâhürü demek olan “iki eliyle” yaratmış, yâni insan özel bir yaratılışla varlık
âlemine çıkarılmıştır.14 Aslı topraktan olmasına rağmen Allah ona kendi rûhundan üflemiş ve
“isimlerin tamâmını” öğretmiştir. Nihâyet meleklerin insana secde etmesini emretmiş, insanı
yeryüzünde halîfe kılmıştır.
Fusûsu’l-Hikem Şerhi’nde bu hadîs-i şerif sıkça tekrarlanır ve şu açıklama yapılır:
“Âdem’den maksat “insân-ı kâmil”dir. Hadiste geçen “sûret”, ilâhî isim ve sıfatların
toplamının sûretidir. Buna göre ilâhî sıfatlardan herhangi biri insân-ı kâmilin ihâtası dışında
değildir. Hattâ ilâhî sıfatlar insanla kaimdir, yâni bu sıfatların hükmü onunla tezâhür eder. O
halde ilâhî sıfatların tamâmı insân-ı kâmil olan halkedilmiş varlık için sâbittir. Yâni kābiliyeti
ölçüsünde ve istîdâdına göre ilâhî sıfatlarla zuhur o insân-ı kâmilin hakkıdır.”15
O bakımdan insanın hedefi kemâle ermek, insân-ı kâmil olmaya gayret etmektir.
FÎHİ MÂ FÎH’TE İNSAN
Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin sohbetlerinden meydana gelen Fîhi Mâ Fih16 adlı eserinde
“insan” konusu canlı örneklerle çok güzel işlenir.
Hz. Mevlânâ yaratıkları üçe ayırır: 1 – Melekler, sırf akıldan ibâret olup sorumlulukları
yoktur. 2 – Hayvanlar, sırf şehvet yani arzu ve istek sahibidirler. Akılları da yok
sorumlulukları da yok. 3 – İnsan ise, kendisine akıl ve aşırı isteklerin beraberce verildiği
varlıktır. Onun yarısı şehvet yarısı melek, yarısı yılan yarısı balıktır. Dolayısıyla insan, zıt
kuvvetlerin mücadele sahnesi durumundadır. Aklı daima şehvetine galip gelen meleklerden
daha yüksek, şehveti aklına galip gelen ise hayvanlardan daha aşağıdır.
Madde-mânâ, beden-ruh karışımından meydana gelen insan varlığında maddi unsur
tamamen değersiz zannedilebilir. Hz. Mevlânâ bunun böyle olmadığını belirtir. Ona göre
sûretin de büyük itibarı vardır. İtibar ne demek! Hattâ o, öz ile, mânâ ile beraberdir. Nasıl ki
kafatası olmadan beyin bir işe yaramazsa, kabuksuz meyve de yetişmez. Mesela bir çekirdeği
kabuksuz olarak yere ekersen göğermez, çimlenmez. Fakat onu kabuklu hâlde toprağa
gömdüğün zaman çimlenir ve büyük bir ağaç olur. O hâlde insan varlığında sûretin yani
vücûdun da rolü önemlidir (s. 25).
Bununla birlikte maddi vücûd her şey demek değildir. Mânevi yön ihmâl edilip sadece
maddî vücûdun beslenmesiyle yetinilirse maksat hâsıl olmaz. Bir köpeğe altından tasma
taksan, bundan dolayı ona av köpeği demezler. Av köpeği ayrı ve belli bir cinstir. Nitekim
cübbe ve sarık ile insan âlim olmaz. Âlimlik, insanın özünde bulunan bir hünerdir. Bu hüner
ister ipekli kabâ, ister yünden abâ içinde olsun fark etmez. Ayrıca zevk ve arzuların hepsi bir
merdivene benzer. Merdiven basamakları, oturup kalmağa elverişli değildir; üzerine basıp
yükselmek için yapılmıştır (s. 84).
İnsan nefsinin sırasında, vahşi ve yırtıcı hayvanlardan daha bayağı olduğu söylenegelir.
Mevlânâ Celâleddin, bunun bizzat insanın kötü olduğu anlamına gelmediğini belirtir:
İnsanda bulunan kötü huy, nefis ve uğursuzluklar, ondaki gizli cevher yüzündendir. Bir
bakıma söz konusu huylar, o cevherin perdesi olmuştur. Cevher ne kadar değerli olursa,
perdesi o kadar muhkem olur. Perdenin kalkması ise pek çok mücadeleyi gerektirir. Her
nereye büyük kilit asarlarsa bu, orada kıymetli bir şey bulunduğunu gösterir. Mesela yılan
defînenin üzerinde bulunur. Fakat sen yılanın çirkinliğine bakma. Defînedeki şeylere bak (s.
Kur’an’da insanla ilgili meşhur âyetlerden biri şudur: “Biz emâneti göklere, yere,
dağlara teklif ettik. Onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ona hıyânet etmekten
korktular. İnsan onu yüklendi, o pek zâlim ve câhildir” (Ahzab 33/224). Mevlânâ’nın bu
ayete getirdiği yorum şöyledir:
Yeryüzü taneleri kabul ediyor, ürün veriyor, ayıpları örtüyor ve daha anlatılamayacak
kadar çok, yüz binlerce tuhaf şeyleri içine alıyor ve meydana getiriyor. Dağlar da türlü
madenler ortaya çıkarıyor. Bütün bunlara rağmen ellerinden iş gelmiyor. İnsanın üstünlüğü
burada kendini gösteriyor. Esâsen Allah: “Andolsun ki biz âdemoğullarını şerefli kıldık”
(İsra 17/70) buyuruyor. Göğü ve yeri şereflendirdik, demiyor. Göğün ve yerin değil de yalnız
insanın elinden iş geldiğine göre, bunu iyiye kullanmayan veya tembellik eden insan
gerçekten çok kötü ve bilgisizdir, zâlim ve cahildir. (s. 19–20).
İnsan olarak bunca değerine ve seçilmişliğine rağmen, zâlimlik ve cahillik edip yaradılış
gayesine uygun hareket etmeyenlere Mevlânâ’nın ikazları çarpıcıdır: Padişahın hazinesindeki
gayet kıymetli kılıcı, kokmuş eti doğramak için satır olarak kullanırsan, altından yapılmış bir
tencerede şalgam pişirirsen, mücevherli bir bıçağı kırık kabağı asmak için çivi niyetine
kullanırsan ve “Ben bunları faal hâlde tutuyorum” dersen yazık olmaz mı ve buna gülünmez
“Sen değerinle ve düşüncenle iki âleme bedelsin. Ama ne yapayım ki kendi değerini
Kendini ucuza satma, çünkü değerin yüksektir. Ulu tanrı buyuruyor ki: Ben sizi, vaktinizi,
nefsinizi, mallarınızı satın aldım. Eğer bunları benim için harcar, bana verirseniz, bunun
karşılığı ölümsüz cennettir.17 Senin, benim yanımdaki değerin budur. Eğer kendini cehennem
karşılığında satarsan, kendine kötülük etmiş olursun. Tıpkı o adamın yüz dinarlık bıçağı
duvara çakıp, ona bir testi veya kabak astığı gibi (s. 20 – 21).
Sonuç olarak, insan değerli bir varlıktır. Kendi kıymetini bilmek, kendine “hoşça bak”mak

durumundadır. Bunun yolu da her ferdin aradığı, peşinden koştuğu şey, talebi, nihâî gayesi
kemal mertebesine ulaşmak olmalıdır. Bu mümkündür. Yeter ki talep, istek ve himmet, ihlâs
ve samimiyetle o hedefe yöneltilsin.
(Sabah Ülkesi Dergisi 57 Sayıda çıkmıştır.)

DİPNOTLAR

1 Hz. Mevlânâ’nın Rubaileri, çev. Şefik Can, Konya, 2005, c. II, s. 183
Rubainin Farsçası ve A. Gölpınarlı çevirisi şöyledir: “Tâ der taleb-i gevher-i kânî, kânî / Tâ der heves-i lokma-i nânî,
nânî / În nükte-i remz eger bi-dânî, dânî/ Her çîz ki der cüsten ânî, ânî.” ““Madendeki inciyi aradıkça madensin. Ekmek
lokmasına heves ettikçe ekmeksin. Şu kapalı sözü anlarsan, anlarsın her şeyi; Neyi arıyorsan osun sen.”
2 Ken’an Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’an, haz. Mustafa Tahralı, Cenan Vakfı yayını, İstanbul, 2013, s. 188
3 Mehmet Demirci, “Himmet”, Diyan İslam Ansiklopedisi (DİA), c. 18, s. 56; hadis için bkz. İbn Mâce,
“Muķaddime”, 23, “Zühd”, 12
4 Osman Nuri Küçük, Mevlânâ’ya Göre Manevi Gelişim, İnsan yayınları, İstanbul, 2009, s. 430
5 Mevlânâ, Mesnevi, çev. Veled İzbudak, c. III, beyit:1448
6 Mevlânâ, Mesnevi, çev. Veled İzbudak, c. VI, beyit: 134
7 Mesnevi, c. III, beyit: 2135
8 Mesnevi, c. III, beyit: 137
9 Bu konuda bk. Mustafa Tahralı, “Fusûsu’l-Hikem’de Tezadlı İfâdeler ve Vahdet-i Vücûd”, A. Avni Konuk,
Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi içinde, İstanbul, 1998, c. II, s. 27
10 Bk. Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, editör: Zafer Erginli, Kalem yayınları, İstanbul, 2010, s. 471
11 Bk. Mehmet Aydın, “insan-ı kâmil”, DİA, c. 22
12 Buhârî, isti’zan, 1; Müslim, birr, 115, cennet, 28; Ahmed b. Hanbel, II, 244, 251, 315, 323, 434, 463 Hadislerin
bir kısmı metindeki ifâdeye sâhiptir. Çoğu ise şöyledir: “Sizden biriniz kardeşiyle (birisiyle) dövüştüğü vakit yüze
vurmaktan sakınsın. Çünkü Allah Âdem’i (insanı) kendi sûreti üzere yaratmıştır.”
13 Bk Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-din, çev. A. Serdaroğlu, İstanbul, 1975, c. IV, s. 44
14 Sâd 38/75  Bk. Hak Dini Kur’an Dili, ilgili âyetin tefsiri
15 A. Avni Konuk, Fusûsu’l-Hıkem Tercüme ve Şerhi, haz. M. Tahralı-S. Eraydın, İstanbul, 19898, c. II, s. 49
16 Bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fih, çev. Meliha Ülker Tarıkkahya, Maârif Basımevi, İstanbul 1958 Metin içindeki sayfa
numaraları bu esere aittir.
17 “Allah mü’minlerin mallarını ve canlarını onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah
yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler.” (Tevbe 11/9).

1 yorum

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.