Prof. Dr. Mehmet Demirci
Tasavvuf, dîni daha içten ve derinden yaşama gayretidir. Hz. Peygamber “imanın tadı”ndan söz eder1. Tasavvuf dînin ve imânın tadını, mânevî zevk ve lezzetini hissetme çabasıdır. Tasavvuf, dinin şekliyle birlikte özünü, rûhunu yakalamaya çalışmaktır. Bu özü içten yaşamak ve davranışlarına yansıtmaktır.
Tasavvuf, gönül ve irfan unsurunun yanında, ibadetlerin iç anlamına ve etkisine daha çok önem verdiği için, onları mekanik ve otomatik bir hareket olmanın ötesine taşımış, böylece dînin kuru bir emirler ve yasaklar yığını olarak algılanmasını önleyip, onun derinliğini mânevî zevkini ön plâna çıkarmıştır.
Namazın bir dış görünüşü, yani maddî ve zâhirî tarafı; bir de iç yönü, bâtını vardır. Kıldığımız namaz başlıca üç safhayı içinde bulundurur: Kıyam yani ayakta durma; rükû: eğilme ve secde. Peki neden bu hareketleri yapıyoruz? Sâdece ayakta durmak veya saygılı bir şekilde oturmak yetmez miydi?
Rükû ve secde hâli, aşırı bir saygı belirtisidir, benliğin Allah huzûrunda silinmesidir; bu sebeple yalnızca Allah huzûrunda rükû ve secde edilir.
KÂİNÂTIN NAMAZI
Kur’an-ı Kerîm’in ifâdesiyle, yerdeki ve gökteki bütün varlıklar Allah’ı tesbih ederler2, yani kendi dilleriyle O’na ibâdet hâlindedirler. İşte namaz onların hepsinin ibâdet şekillerini içinde toplamaktadır. Metafizik bir bakışla, dağların dikey, hayvanların yatay vaziyette; bitkiler kökleriyle besinlerini aldıkları için onların da başları aşağıda olarak, hal diliyle fiilen Allah’a ibâdet ve tatte bulundukları söylenebilir.
Şu gördüğümüz âlem kabaca üç unsurdan oluşur: Cansızlar, hayvanlar ve bitkiler. Bunların her biri kendilerine göre ibâdet hâlindedirler. Cansızları temsil eden dağlar, yaratıcısına karşı namazını dâima ayakta durarak, kıyam halinde yerine getirmektedir. Hayvanların devamlı yere doğru eğilmiş durumu, namazdaki rükû hali gibidir. Bitkileri besleyen kökleri onların başları sayılır. O halde, kökleri toprağın altında bulunan bitkiler de, devamlı olarak toprak üzerinde secde eder gibi davranmaktadırla
İşte insanın namazı, bu üç unsurun ibâdetinin bileşimidir. Biz dağlar, hayvanlar ve bitkiler gibi ibâdet etmekteyiz. Ayrıca diğer yaratıklardan farklı olarak, ancak insana mahsus bir şey vardır ki, o da teşehhüd, oturma veya Allah’ın huzûruna kabuldür.
ARINMA VE MÎRAÇ
Kur’an-ı Kerim’deوَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ ُ “Namaz kıl, çünkü namaz, hayâsızlıktan ve çirkin işlerden alıkor”4 buyrulur. Sadece şekilde kalan namaz bunları sağlayamaz. Namaz kıldığı halde ahlâkî davranışları düzgün olmayan çok kimse vardır.
Bir hadîste: “Evinizin önünden akan bir nehir olsa, günde beş defa bu nehirde yıkansanız, üzerinizde kirden pastan hiç eser kalır mı? İşte beş vakit namaz böyledir, günahları siler süpürür.”5 Yani namaz insanın rûhunu yıkar, kalbini saf ve temiz hale getirir.
Namaza başlama tekbiri sırasında “Allahü Ekber” diyerek elini kaldıran insan sanki şunu demek ister: “Ben şu anda bütün dünyev kaygıları ve madd düşünceleri, kısacası Hak’tan gayri her şeyi elimin tersiyle arkaya atıyor ve yüce Mevl’nın huzûruna çıkıyorum.” Bu niyet ve duyguyla ibâdete başlayan kişi, namaz sırasında Allah’a tam bir yakınlık içinde olacaktır. Onun için “Namaz mü’minin mracıdır.”6 buyrulmuşturr. Mraç sırasında Sevgili Peygamberimiz nasıl ki, Allah yakınlığının son noktasını yaşamışsa, müslüman için de namaz, Allah’la berâber olmanın yoludur.
Allah’ı seven ve sayan O’nun emirlerine uyup yasaklarından kaçacaktır. Sâhibini ahlksızlık sayılan tutum ve davranışlardan vazgeçirmeyen namaz faydasızdır. Kur’an’da gaflet içinde ibâdet edenler için şöyle buyrulur: فَوَيْلٌ لِّلْمُصَلِّينَ الَّذِينَ هُمْ عَن صَلَاتِهِمْ سَاهُونَ الَّذِينَ هُمْ يُرَاؤُون “Yazıklar olsun o namaz kılanlara.Onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar.”7 Hadîste: “Nice namaz kılanlar vardır ki, kıldıkları namazdan ellerine geçen sâdece uykusuzluk ve zahmettir.”8 denir. Yûnus Emre şöyle der:
Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil 9
Bir kimsenin namazı, o sırada Allah’ı hatırlaması ölçüsünde değer taşır. Gaflet içinde kılınan namaz şeklen namaz olsa bile, gerçek namaz olmaktan uzaktır. Bununla birlikte namaz sırasında bir an bile Allah’ı hatırlayıp, kendini O’nun huzûrunda hissetmek dahi bir başarıdır. İnsan namaz kılarken en azından böyle bir huzur nını yakalamayı düşünmelidir. Bu büyük bir mutluluktur. Bu nın başlama tekbiri sırasında yakalanması daha uygun ve kolay olur.
Gerçek namaz mrac olmaya aday namazdır. Gündelik namazlarımız onun taklîdi sayılır. Özlenen o asıl namaza ulaşabilmek için ihls ve samîmîyetle gayret göstermeye devam etmelidir. Hep aynı noktada çakılıp kalmak, bir gelişme göstermemek hoş değildir. “İki günü biribirine eşit olan ziyandadır.”
RÜKÛ VE SECDE
“Rük” eğilmek demektir. Allah’a saygının, Onun büyüklüğünü îtiraf etmenin fiil şeklidir. İnsan aziz (izzet sâhibi, değerli) bir varlıktır. Başka fni varlıklar karşısında eğilmek ona yakışmaz. Allah’ın huzûrunda eğilip, kulluğun sdece O’na it olması gerektiğini bilenler, başkaları önünde eğilmezler. “Hakk hürriyet ubdiyettedir”.10 Bir tek kapıya, yani yalnızca Allah’a kul olmasını bilenler başka kulluklardan; insana, paraya, mevkiye, şöhrete kul olmaktan yakalarını kurtarmış olurlar.
Rükda Allah’ın azamet ve yüceliği dile getirilirken, doğrulunca da şükrün O’na mahsus olduğunu belirten sözler söylenir. Bir hadîste Allah’ın bu sözleri işittiği müjdesi verilir.11 Secde hli, namazda insanın Allah’a en yakın vaziyettir.12
Namazın sonunda okunan “Ettahiyytü” duâsıyla ilgili şöyle bir görüş vardır: Bu duâ, Mîraç’ta Hz. Peygamber’le Yüce Allah arasında geçen bir konuşmanın htırasıdır.13 O mutlu anda Reslüllah “Her türlü selmın, duânın, güzelliğin Allah’a yönelik olduğunu” söyler. Allah da: “Ey Peygamber selm/esenlik, rahmetim ve bereketim sana olsun.” diye mukabelede bulunur. Bunun üzerine Hak Reslü: “Esenlik ve güzellikler aynı zamanda Allah’ın iyi kullarının da üzerine olsun.” der. Ve şehdet kelimesiyle duâsını bitirir.
Namazın mü’min için mraç olduğunu söylemiştik. Namazını bu duygularla kılabilen kişi, Tahiyyat duâsını okurken, onun anlamını da düşünerek aynı şuur ve aynı düşünceyi kafasında, gönlünde canlandırmaya çalışır.14 Böylece Rabbiyle konuşmasını devam ettirmiş olur. Bir hadîste, namaz sırasında Allah’ın kıble ile bizim aramızda olduğu belirtilir.15 Burada elbette madd bir keyfiyet sözkonusu değildir. Okuduğu sûre ve duâların mnlarını da göz önünde bulunduran kişi, namazda Rabbiyle karşı karşıyaymış, O’nunla konuşuyormuş gibi bir yakınlık duygusu hissetmeye çalışmalıdır.
Bu seviyeyi yakalayamamak namazdan vazgeçmeyi gerektirmez. Gönül ehli şöyle diyor: Önünde beklediğiniz kapıyı cevap almak için çalınız. Cevap gelmeyince vazgeçen muhtaç değil demektir. Bu durumda ev sâhibi ona ilgi göstermez. Bu yüzden namaz terkedilirse mnev kayıp büyük olur.
Namazda Allah’ın huzûrunda bulunduğunun farkında olmayan ve aklı fikri ticâretinde veya başka dünyevî işlerinde takılıp kalan kimse, gerçek anlamda namaz kılmış sayılmaz. Hz. Ali’nin, bacağına saplanan bir okun çıkarılması sırasında, onun vereceği acıyı hissetmemek için namaza durduğu ve o esnada çıkarma ameliyesinin yapıldığı söylenir.16 Gerçekten, zihin daha önemli bir şeyle ciddî şekilde meşgul olursa, fiziksel acılar duyulmaz.
Bu yönden namazın öteki, ibâdetlerden farklı bir özelliği vardır. Namaz kılan kimse, görünüş olarak da başka hiçbir şeyle meşgul olamaz. Namazı onu diğer işlerden alıkor. Mesel oruç tutan bu sırada alış veriş yapabilir, Hac ibâdetinin yapıldığı günlerde de bu mümkündür. Namaz sırasında ise bu kabil şeyler söz konusu değildir. Ynus Emre şöyle der:
Bir dona kan bulaşıcak yumayınca mismil olmaz
Gönül pası yunmayınca namaz ed olmayısar.” 17
BAZI MUTASAVVIFLARA GÖRE NAMAZ
Serrac’a (ö.378/988) göre namazda kıyam edebi, Allah’ın huzûrunda bulunma şuurudur. Kıraat edebi, Kur’an yetlerini gönül kulağıyla dinliyormuş gibi, yahut da Allah’a okuyormuş gibi bir duyguyla okumaktır. Rük edebi, Allah’ı yüceltmek, kendisini bir toz zerresi gibi görmek, “semiallahü limen hamdeh” sözünü Allah’ın işittiğini bilmektir. Secde edebi, Allah’a en yakın olma halini hissetmek ve O’nu aziz bilmektir.18
Hucvîrî (465/1072) namazın şartlarıyla ilgili olarak şu yorumları getirir. Zâhirde necsetten, btında şehvet ve süfli arzulardan arınmak ve temizlenmektir. Zâhirde elbiseyi necâsetten temizlemek, btında bu elbiseyi hell yoldan temin etmektir. Zâhir kıblesi Kbe, batın kıblesi Arş, sırrın kıblesi müşâhededir. Nefs mücâhedesi ile uğraşmak namazdaki kıyam gibidir. Zikr-i dim namazdaki kıraat gibidir. Namazda huşun şartı sağında solunda kimin bulunduğunu bilmemektir.19
Mevlânâ Celâleddin’e göre (1207-1273), iftitah tekbirinde “Allahü Ekber” demenin anlamı: Allah’ım, biz senin huzûrunda kurban olduk demektir ve bu sırada kurban kesermişçesine nefsi etkisiz duruma getirmek gerekir. Böyle bir içtenlik ve derinlikle namaza başlanabilirse, ondan beklenen iç arınması ve ruh tasfiyesi gerçekleşebilir.
Hz. Mevlânâ şöyle der: “Namaz yumurtasından civciv çıkaragör. Tane toplayan kuş gibi, yolsuz yordamsız başını yere koyup kaldırma!”20
Şunu demek ister: Namazda hem dış şartlara uymalı, hem de namazı niçin kıldığımızı iyi bilmeli, kendimizi o sırada Hakk’ın huzûrunda hissetmeliyiz. Kalbimizden, Allah’tan gayri her şeyi çıkarmalıyız. Mü’minun sûresinde bu türlü duygularla namaz kılanların kurtuluşa erecekleri belirtilir.21 Ve ancak bu türlü namaz, mîraç sayılır. Sâdece şekilden ibâret olan, eğilip kalkmakla yetinilen ve rûhun iştirâki olmayan namaz, bu ibâdetten beklenen büyük amacı gerçekleştiremez
İsmail Hakkı Bursevî (1652-1725) başlama tekbiri alırken iki elin birden kaldırılmasını şöyle yorumlar: “İşin gerçeği şudur: Sağ el hiretten, sol el dünyâdan ibrettir. Elleri kaldırmak ise, dünyâ ve hiret ilgisini elden çıkarıp arka tarafa atmak ve her ikisi sebebiyle de büyüklenmeyi yok etmek anlamını taşır.” Aynı müellifimiz, abdesti mâsivâdan ayrılmak, namazı ise Hakk’a kavuşmak olarak değerlendirir (Vudu ki mâsivâdan infisal, salât ki Hakk’a ittisaldir).22
SALÂT-İ DÂİME
Cibril hadîsinde bir “ihsan” târifi vardır. Buna göre “ihsan Allah’ı görüyormuş gibi ibâdet (kulluk) etmendir.”23 Namazın, mü’minin mîrâcı olduğunu biliyoruz. Mîraç, Allah’ın huzûrunda bulunmak, bunu hissetmek ve yaşamaktır.
Namazla “ihsan” bilinci”ni ve mîraç hissini yaşayan sâlih kulun bunu sürekli hâle getirmesi imkân dâhilindedir. İşte o zaman “salât-ı dâime” hâli gerçekleşir. Salât-ı dâime, dâimî namaz demektir. Yani günlük hayatın her safhasında, tıpkı namazdaymış gibi kendini Hakk’ın huzûrunda hissetmek, o huşû, o edep ve o mânevî zevk hâlinde yaşamak demektir. Bu mümkündür, tasavvuf literatüründeki “el işte, gönül Hak’ta olmak” tavrı bunu açıklayıcı niteliktedir.
Namazın bir adı da “zikir”dir. Yukarıda sözünü ettiğimiz Ankebut sûresi 45. âyeti devâmı şöyledir: وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ “Elbette Allah’ı anmak en büyük ibâdettir.” Yaygın yoruma göre, Allah’ı anmak diye çevrilen “zikrullah”tan maksat namazdır. Namazın zikir kelimesiyle anılması, onun tam bir ibâdet bilinciyle, Allah’ın huzûrunda bulunma şuuruyla edâ edilmesi demektir.24
Namazın, zikrin asıl amacı, kendini her an Allah’ın huzûrunda bilecek olgun insan seviyesine çıkmaktır. Şu âyet bunu emreder: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُلْهِكُمْ أَمْوَالُكُمْ وَلَا أَوْلَادُكُمْ عَن ذِكْرِ اللَّهِ “Ey inananlar, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın.”25 Bir başka âyette ise böyle kimselerin var olduğu belirtilir: رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ “Öyle kimseler ki ne ticâret ne alışveriş onlar Allah’ı anmaktan alıkoymaz.”26 Zaten dînimiz ve kitabımız, imkânsızın peşinde değildir.
Mü’min, bilinçli bir duruşla namaz yoluyla bir yandan kâinâtın namaz ve zikrine iştirak ederken, öte yandan “salât-i dâime” şuuruyla her an kendini Rabbinin huzûrunda hissedebilir. Böylece bir taraftan târifsiz mânevî hazlar yaşarken; öte taraftan, nefsini arıtmış, rûhunu yüceltmiş ahlâklı bir fert olarak, etrâfına olgun insanın davranış ve tavrını yansıtır hâle gelir.
Поиск в гугле