Öğretmen

Torosların kuzey yamaçlarında bir dağ köyünde doğdum. Yaklaşık yüz hanelik bu köyde ilkokul binasının yapılışını hatırlarım. Taş duvarlı, tek katlı, üzeri çinkolu bir bina idi. O zaman (1947-48 olmalı) birinci ve ikinci sınıfların dersine bir eğitmen girerdi ve çok sertti.
İlk iki sınıfı köyde okudum.

Köyden Konya merkeze göçtük, üçüncü sınıftan itibaren burada Akçeşme İlkokulu’na devam ettim. Kaydım yapılırken başöğretmen (müdür) odasında beni kısaca imtihan ettiler.
Birkaç aritmetik işlemi sordular. Okulun yuvarlak mühründeki yazıları okuttular.
Beğenmiş olmalılar ki, yaşlı bir öğretmen olan Şükrü Tarı beni kendi sınıfına aldı. Çok iyi bir insandı.

İlkokuldan sonra Konya İmam-Hatip Okulu’na gittim. Buradaki Türkçe hocamız Raşit Usman pek sevilmezdi ama iyi bir öğretmendi. Zaman zaman tahrir ödevi verirdi. “Tahrir”in sözlük anlamı yazı yazmak demektir. Bugünkü karşılığı kompozisyon. Tahrir yazmak kolay değildi. Hokkadaki mürekkebe diviti daldırıp düzgün bir şekilde kağıt üzerine yazı yazmak dikkat ve tecrübe isterdi. O günlerde henüz tükenmez kalem yoktu, dolma kalem ise çok pahalıydı.

En öğretici yanı ise, tahrir ödevlerini toplayan öğretmenimiz, yazım hatalarını kağıdımızın üzerine kırmızı mürekkeple işaretleyerek iade ederdi. Sonraları fark ettim, bu son derece öğretici ve yetiştirici bir metoddur.

MASALLARDAKİ PERİ
Yarın öğretmenler günü, bu vesileyle bunları hatırladım. Bugünlerde Ahmet Şerif İzgören’in konuyla ilgili kitabını okudum, ismi uzun: “Masallarda Bir Peri Çıkar Karşınıza Gerçek Hayatta Öğretmen” Kitap, öğretmen, aile, öğrenci, sistem ve ülke kültürü başlıkları altında eğitim-öğretim sistemimizi ele almaktadır. İzgören’in çok rahat ve kolay okunan bir yazım tarzı var. Kitap teorilere boğulmuş ve amirane bir üslupla öğüt vermez. Aksine sohbet havasında, eğlenceli, bol bol yaşanmış örnekler sunan, hayata ve insana birebir dokunan özelliğe sahiptir.

KOPYA
Prof. Cemal Kurnaz köyde doğup büyümüş değerli bir edebiyat uzmanıdır.
Hocalık anılarından birini özetle şöyle anlatır: “Kopya, ne yazık ki, öğrenim hayatımızın kanayan yarasıdır. Hacettepe Üniversitesi’nde çalıştığım yıllarda öğrencilerimle çok samimi ilişkimiz vardı. Soruları sorar, odama giderdim.
Öğrencilerim, beni üzmek istemedikleri için kopyaya teşebbüs etmezlerdi. Bu kısa süreli dönemi, sonraki yıllarda bir daha yaşamadım. Gazi Üniversitesi’nde iken bir öğrencimi kopyada yakaladım.
Sevdiğim, saygılı bir öğrenci idi. Liseden zayıf gelmişti. Dersimde başarısızdı.
Kıpkırmızı oldu. Utançtan bayılacak sandım. Kopyayı aldım, yazmaya devamına izin verdim. Arkadaşları fark etmedi. Salondan çıkarken, bir ara odama uğramasını söyledim.

Odama geldiğinde mahcup, ne diyeceğini bilemez haldeydi. ‘Resmi işlem yapmayacağım, yazdığın kadar not vereceğim’ dedim. ‘Sen, benim çok beğendiğim, takdir ettiğim bir öğrencimsin; not istiyorsan vereyim ama ben senin konuları öğrenip iyi bir öğretmen olmanı istiyorum’ dedim. Öğrencim, bundan sonra o utancını silmek için öyle bir çalıştı ki, başka hiçbir öğrencimde görmediğim bir başarı elde etti.”

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.