Robinson Crusoe’unun ıssız bir adadaki maceralarını 13 yaşlarımda okuduğumu hatırlıyorum. Olay örgüsü beni çok etkilemiş, Daniel Defoe’nin bu sürükleyici kitabını içercesine okumuştum. Hay bin Yakzan ve İbn Tufeyl isimlerini ise çok sonraları tanıdım. Bu iki kitap arasında bir bağlantı olduğunu duymuşsam da aralarındaki önemli farkı bilmiyordum. Cem Sancar’ın NasReddin kitabı beni uyandırdı. Yaşadığımız kültür erozyonu ve medeniyet yozlaşmasının tipik bir örneği bu olayda apaçık görünüyor. Konuyu Cem Sancar’dan takip edelim:
“Robinson Crusoe öyküsü, İslam medeniyetinin ilk felsefi romanından, belki de dünyanın ilk romanı sayılan Hayy bin Yakzan’dan yürütülmüştür. Yazarı İbn Tufeyl, ıssız bir adada ceylanlar tarafından büyütülmüş bir çocuğu anlattığı romanıyla, döneminde tartışılan üç önemli felsefi probleme çözüm aramıştı.
Bir: İnsan kendi başına, hiçbir eğitim almadan sadece doğayı gözleyerek ve derin düşünerek tamamlanmış insana, insan-ı kamil bilgeliğine ulaşabilir.
İki: Gözlem, deney ve akıl yürütme yoluyla elde edilen bilgiler, Tanrı sözüyle, vahiy ile çelişmez. Başka bir deyişle din ile felsefe ve daha dar anlamda bilim çelişmez.
Üç: Mutlak bilgiye ulaşmak bireyseldir ve bunu herkes başarabilir…”
İLK FELSEFİ ROMAN
“Hayy bin Yakzan evrensel literatürde ilk felsefi roman kabul edilir. Kimine göre Rousseau’nun Emile’ine, Thomas More’un Ütopya’sına esin vermiştir. Kipling’in The Jungle Book1 taki “Maug-li” hikayesine de benzetilir. Daniel Defoe’nun doğrudan intihal ederek arakladığı aynıyla vaki eser, Robinson Crusoe olarak karşımıza çıkar.”
Sancar olayın devamını anlatır:
“Robinson’u yazan Daniel Defoe, 12. yüzyılın Endülüs dehası İbn Tufeyl tarafından yazılan ve 14. yüzyılda Batı dillerine çevrilen Hayy bin Yakzan’ın içini dışına çıkartır, hikayeyi ağdalı bir İngiliz tekbenciliğine dönüştürür.
Herkesin bildiği kitaptır. Bir gemi kazasında ıssız adaya düşen İngiliz’in burnu büyük maceralarını okuruz onda. Robinson, adada hayatta kalmaya çalışırken karşılaştığı Cuma adındaki munis ve esmer yerliyi vahşi, ilkel, putperest olarak görür. Önce uşak eder, sonra kendi zorba Hıristiyan zihniyetiyle eğitmeye çalışır. Yerliyi Anglosakson klonu yapmak, sıfırdan formatlamak ister. Robinson kendini tanrının temsilcisi olarak görmektedir.
Kolonyalist, Beyaz, Hıristiyan ve Anglosakson bir tanrı. Ben bilirimci asabiyetiyle Cuma’nın beynini yıkamak, onu küçük bir Robinson haline getirmek için çabalar. Yani Defoe’nun Robinson hikayesine yeniden bakmak, Beyaz Adam’m bugünkü psikolojisinin dibini anlamak için birebirdir.”
ROBİNSON KAFASI
Yazarımız asıl diyeceğini sona bırakmıştır:
“Robinson kafası halen çok diri ve yaşayan bir kafadır. Ve bütün coğrafyalarda olduğu gibi o üstenci beyin; itilip kakılmış ülkelere uygarlık getiriyoruz diye kendi Robinsonlarını üretmiş, Robinsoncuklarını yaratmıştır…”
“Robinson Habitatı yıllar içinde işte böyle yaratıldı ve Nas’ın doğup yaşadığı payitahta, İstanbul namındaki evliya şehrine böyle sızdı, egemen oldu…” (devam edecek)