15 Temmuz FETÖ darbe girişiminden sonra, bu hareketin arka planı ve ideolojisi sorgulanırken, tasavvuf kurumlarının da aynı kefeye konmaya çalışıldığı görülüyor. Bunun doğru olmadığını ve eskiden beri var olan şeriat-tarikat, medrese-tekke tartışmalarının günümüzdeki bir yansıması olduğunu düşünüyorum.
Tasavvuf İslam’dan ayrı ve ona sonradan yamanmış bir şey değildir. Hz. Peygamber devrinde İslam bir bütün olarak yeni tamamlanıyordu. Dinin farklı yönlerini ele alan Fıkıh, Kelâm, Tefsir, Hadis gibi disiplinler sonradan teşekkül etti. Elbette bunların özü ve aslı dinin içinde mevcuttu, ama branşlaşma ve sistemleşme sonradan oldu. Aynı şey Tasavvuf için de söz konusudur.
Tasavvufun aslı zühddür, takvâdır, buna kimse karşı olamaz, ama tarikatler olmasa! diyenler var. Tarikat, tasavvufun kurumlaşmış şeklidir. Tasavvuf iyi ama tarikat kötü demek bizi bir yere vardırmaz.
TASAVVUFUN MAHİYETİ
İslâm insan içindir ve insana göredir. Bir bakıma İslâm’la insan ikizdir. Dolayısıyla, insanın maddî ve mânevî ihtiyaçları en iyi şekilde İslâm dininde dikkate alınmıştır. İnsanın maddesi ve mânâsı olduğu gibi, dinin de zâhiri (dış yüzü) ve bâtını (iç yüzü) vardır. Dînin tam olarak anlaşılması ve yaşanması, onu zâhiri ve bâtını ile birlikte ele almakla mümkün olur.
Tasavvuf İslâm dininin özü ve rûhu demektir. Zâhirî ilimler İslâm’ın bedeni, bâtınî ilimler demek olan tasavvuf ise rûhu sayılır. Bedensiz ruh, ruhsuz beden düşünülemez.
Tasavvuf, dîni daha içten ve derinden yaşama gayretidir. Hz. Peygamber “imanın tadı”ndan söz eder. Tasavvuf dînin ve imânın tadını, manevî zevk ve lezzetini hissetme çabasıdır. Tasavvuf, dinin şekliyle birlikte özünü, rûhunu yakalamaya çalışmaktır. Bu özü içten yaşamak ve davranışlarına yansıtmaktır.
Tasavvuf insana kendisini tanıtır. Eksiklerini giderip iç güzelliğine, huzura, sükûna ve barışa erme yollarını gösterir. Râzı olmasını, kendisiyle ve Rabbiyle barışık bulunmasını sağlar. Kendisiyle barışık olmayan kimse, diğer insanlarla, çevreyle ve tabiatla nasıl barışık olabilir? Tasavvuf sevgi ağırlıklıdır. Sevginin olduğu yerde taassup yoktur. Bu düşünce, menfaat merkezli bir yaşama şekli yerine, muhabbet merkezli bir hayatın peşindedir. Burada şefkat, merhamet ve herkesi kucaklama düşüncesi hakimdir.
Tasavvuf, ibadetlerin iç anlamına ve etkisine daha çok önem verir. Onun için, ibadetleri mekanik ve otomatik bir hareket olmanın ötesine taşımış, böylece dînin kuru bir emirler ve yasaklar yığını olarak algılanmasını önleyip, onun derinliğini, mânevî zevkini ön plâna çıkarmıştır. Korku ahlâkından çok “aşk ahlâkı”na önem vermiş, Allah’ı severek kulluk etmeyi yaygınlaştırmak istemiştir.
TASAVVUF TARİFLERİ
Tasavvuf nedir? Kısaca tasavvuf, bir ruhî manevî arınmadır, temizlenmedir, ahlâk güzelliğini yakalama ve yaşama çabasıdır. Bu iç arınması ve temizlenme ile benlik, bencillik, kibir, gurur, çıkarcılık gibi kötü huylar yok olur; onların yerine iyi ve olumlu nitelikler gelir. Böylece insan manevi bakımdan yücelmiş olur. Tasavvuf bir bakıma yıkılmak ve yeniden yapılmaktır. Önce yok olmak sonra yeni ve üstün bir kimlikle yeniden var olmaktır. Boşalmadan dolmak yoktur. Dolmak, olgunlaşmak, ruhi-manevi gelişmeyi sağlamaktır.
Tasavvufun başlangıcı ilim/bilgi, ortası amel/uygulama, sonu ilâhî bağışa ermedir. Ancak tasavvuf sırf kitap bilgisinden ibaret değildir. O bir “hâl” ilmidir. Yani bizzat uygulamayı gerektirir. Dînî gereklerin yaşanması, içselleştirilmesi, yüksek ahlak ve erdemlerle süslenme, kendini keşfetme, iç dünyanın zenginleşmesidir. Kendini her an Hakk’ın huzurunda hissedecek bir istikamet ve gönül zenginliğine erişmeyi beraberinde getirir.
Tasavvuf tariflerinden birkaçı şöyledir:
“Tasavvuf Hakk’ın seni senliğinden öldürmesi, kendisi ile diriltmesidir.” Yani kişinin zaaflarından, bencilliğinden ve beşeriyetinden sıyrılarak, üstün bir yaşayışa yükselmesi, kendisinden fânî ve Hak’la bakî olmasıdır.
-Tasavvuf edepten ibarettir.
-Tasavvuf karşılıklı sevgi ve dostlukur.
-Tasavvuf ilâhî ahlâkla ahlâklanmak demektir.
-Tasavvuf bencillikten kurtulup diğergâm (özgeci) olmaktır, kendinden çok başkalarını düşünmektir. Bir başka ifadeyle:
Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır
Gül-i gülzâr olup hâr olmamaktır.”
Yani herkese dost olmak, kimseye yük olmamak, gül bahçesinin gülü olup diken olmamaktır.
TARİHÎ SEYİR
Tasavvufun tarihî seyri kabaca üç dönemde ele alınır: Zühd Dönemi. Resûlüllah (as)’dan itibaren ilk 150 yılı içine alır. Mîlâdî 9-12. Asırlar Tasavvuf Dönemidir. Öteki İslam ilimleri gibi tasavvuf da bu devirlerde sistemleşti, temel kitapları yazıldı.
Bu üç asırda küçük gruplar halinde kendini gösteren sufi ve dervişlerin sayısı ve yaygınlığı artınca 12. Yüzyıldan itibaren kurumlaşma gerçekleşmiş ve Tarikatler Dönemi başlamıştır.
Tarikat deyince başta bir şeyh, ona bağlı müritler, bir takım adap erkân, ritüeller ve mekân olarak tekkeler hatıra gelir. Hatırlatmalıyız ki, bu maddî unsurlar şekilden ibarettir. Asıl olan tekke mensuplarının iç arınması ve yüksel ahlaka ulaşmaları, Yaradandan dolayı yaradılmışı sevmeleridir.
“Mürid”, iradesi olan, isteyen demektir. Yani bu iş zorlamayla değil tamamen hür irade ve kişisel tercihle başlar. İdeal anlamda “şeyh” kendini yetiştirmiş, olgun, makam mevkide gözü olmayan ve eğitici insandır. “Şeyh, kulu Allah’a ve Allah’ı kula sevdiren kimsedir.”
Mürit olmak körü körüne bağlılık değildir. Kâmil mürşidin rehberliğinde, eksiklik ve zaaflarından arınarak verimli ve olgun insan haline gelme gayretidir. Nefsini yenme noktasına gelen kimse, gerçek özgürlüğü yakalamış demektir. Böylece maddi-manevi bütün potansiyelini kullanma ve daha aktif hale gelme söz konusudur.
TÜRKLER VE TASAVVUF
Türklerin İslâmiyeti benimsemesinde tasavvuf inanışının rolü büyüktür. Sûfiler Horasan üzerinden Türkistan’a girdiler. Türkler kendilerine ilâhîler, şiirler okuyan, Allah rızâsı için iyilikte bulunan, cennet ve saadet yollarını gösteren bu hayırsever dervişleri, eskiden dinî bir kudsiyet verdikleri ozanlara, kamlara benzeterek hararetle kabul ettiler, onların dediklerini benimsediler.
Türklerin keramet sahibi, her derde deva bulan, gaipten haber veren kamları yerine İslâm şeyhleri ve evliyası geçmiş oldu. Böylece sessiz bir kaynaşma gerçekleşti ve bu ihtidâlarda ciddi bir zorluk hissedilmedi. Türklerin kendi alpleri/kahramanları da alp-eren şekli ile kudsiyet kazandı ve İslâm’ın cihâd mefhumu Türk gazilerin şahsında hayat buldu.
Başta Ahmet Yesevi mensupları olmak üzere, onun benzerleri Anadolu’nun ve Balkanların fethinde ve İslamlaşıp Türkleşmesinde en önemli rolü oynayan gruplardır. Bir toprak sadece kılıç kuvvetiyle fethedilmez. Orada yaşayan insanların gönüllerinin kazanılması da önemlidir. Bu hizmeti çeşitli sufi grupları yerine getirdi. Sınır boylarında açtıkları tekke ve zaviyelerde insani davranışlarıyla yerli halkı kazanmasını bildiler. Bu hareket Balkanlarda da devam etti. Onlardan kalan türbe ve yatırlar bu topraklardaki tapu senetlerimizdir. O günden bugüne devam eden hatıra ve menkıbeleriyle halkımıza din ve vatan sevgisini aşılayıp durmaktadırlar.
Tasavvuf yapıları olan tekkeler ve türbeler sayesinde Türk halkı hem bir ortak eğitim sahibi oluyor, hem de onların bulunduğu yerleri vatan olarak kolayca benimsiyorlardı. Türbesi ve yatın olmayan bir Türk kasabası düşünülemez. Tasavvufî din anlayışı bir çeşit hudut dinidir. Bu sayede Türkleri düşman bir muhitte daima canlı tutmuştur. Tekke duygu ve heyecan unsuruna önem verir. Devamlı gazâ halinde yaşayan insanları harekete geçiren başlıca kuvvet bu duygudur.
Türklerin Asya’dan Avrupa ortalarına kadar devam eden uzun seferinde tasavvuf adetâ ordu ile birlikte ilerler. Tasavvufun ihtidâ hareketlerinde sağladığı büyük başarı Rumeli toprağını tarîkatlar için çok cazip, verimli hâle getirir.
İslâm dîninin aslı, esasları ve kuralları her yerde aynı ve değişmez bir özellik taşır. Bununla birlikte her topluluğun bu dîni benimseyiş üslûbu farklı olmuştur. Bu durum dînin özüne bir zarar vermez. Türklerin dînî inanışında tasavvuf üslûp ve çeşnisi hâkimdir.
Tasavvufun etkisi halk Müslümanlığında daha çok görülür. Sosyo-antropolojik anlamda coğrafî mekân temelinde bir Kuzey Afrika, bir Orta-Doğu, bir Uzak-Doğu Müslümanlığı’ndan söz edilebilir. Hattâ bugün, Avrupa ve Amerika’da oluşan bir Batı Müslümanlığı ciddî bir olgu olarak gündeme gelmektedir.
Türkler’in İslâm’ı kabûle başladıkları milâdî 900’lü yıllardan bugüne kadar gelen bir zaman dilminde ve Orta Asya’dan Balkanlar’a uzanan çok geniş bir mekân içerisinde bu milletin din anlayışını yansıtan bir Müslümanlık tarzı vardır.
Türklerin yaşadığı her yerde özellikle “evliya kültü merkezli bir Müslümanlık” görünümü hakimdir. Bu Müslümanlık tarzının temeli, Ahmed Yesevî ve benzeri Türk sûfîleri tarafından atılmıştır. Selçuklularla Anadolu’yu İslâmlaştırmıştır. Anadolu’dan Osmanlı fetihleriyle Balkanlar’a çıkmış ve günümüze ulaşmıştır.
DUYGU ALANI
Tasavvuf duyguları olumlu yönde besler ve geliştirir. İnsanın maddî ve manevî olmak üzere iki yönü vardır. Maddî yönümüz bedenimiz, etimiz kemiğimiz, gözle görünüp elle tutulan yanımızdır. Manevî bakımdan insanları iki gruba ayırmak mümkündür: 1-Akılcı (rasyonalist) yaradılışa sahip olanlar, 2-Duygusal ve spritüalist yaradılışa sahip olanlar.
İkinci gruptakilerin rûhî açılımlara, manevî seferlere daha çok eğilimleri ve ihtiyaçları olur. Bunlar aynı zamanda sanatkâr ruhlu kişilerdir. Büyük mistikler ve sanat adamları daha çok bunlar arasından çıkar. Bu tip insanlar İslâm dünyasında daha ziyade tasavvuf ortamında varlık göstermiş, ihtiyaçlarını karşılamaya ve gelişmelerine orada imkân bulabilmişlerdir. Öteki İslâm ilimleri insanın aklına ve düşüncesine ışık tutarken, tasavvuf iç dünyasını ve gönlünü aydınlatmış, onları zenginleştirmiştir.
İnsan yapısında duyguyu ihmal edemeyiz. Resûl-i Ekrem Efendimizin hadisinde geçen “imanın tadı”, tamamen duyguyla alâkalıdır. Sevgi, merhamet, şefkat başta gelen duygulardır. İnsanı motive eden, tarihteki akıncıları ileri fırlatan, duyguyla donanmış imandır.
Duygudan yoksun bir din anlayışı kupkuru, takır tukur bir görüntü taşır. Duygudan yoksunluk IŞİD zihniyetini doğurur.
Tasavvuf duyguları besler. Tasavvufla sanatın ortak zemîni duygudur. Onun için bizde sanat, şiir, edebiyat ve irfan daha çok tasavvuf alanında yeşermiştir.
Yunus Emre’ler, Mevlânâ’lar, Hacı Bektaşlar, Eşrefoğlu Rumiler, Şeyh Galibler, Itrîler, Dede Efendiler, nice hattatlar tekke ortamında ve tasavvuf anlayışıyla yetişmiştir. Bunlar bizim en önemli değerlerimizdir. Bunları baş tacı etmek, fakat Fetöcülükle tasavvufu aynı kefeye koyarak tasavvıuf karşıtlığı yapmak ne yaman çelişkidir!
*Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i bizim en önemli dînî kültür değerlerimizdendir. Mevlid metni geniş şekilde tasavvuf inanışını yansıtır. Mevlid törenleri asırlardır, milletimizin heyecanlarını ve duygularını beslemeye devam ediyor ve edecektir. Makedonya’da hiç Türkçe bilmeyen Arnavut kardeşimizin Türkçe metniyle Mevlid okuyuşunu dinlerken gözlerim yaşardı. Bu kadar etkili ve birleştirici olan mevlid törenlerini bid’at gösterip, zararlı ilan etmek ne hazin ve sakim biranlayıştır.
MEHDİ – KUTUP
Son günlerdeki eleştiri yazılarında sık sık mehdi, kutup gibi kavramlara yer verildi. Bunların sonradan İslam düşüncesine girdiği yazılıp çizildi. Doğrudur. Ama mehdilik bir tasavvuf kavramı değildir. Eski kültürlerden süzülüp gelen ve mutsuz insanlara bir ümit ışığı olarak sunulan bir anlayıştır. Doğrudan tasavvufla alakalı değildir.
Kutup inancı, tamamen teorik planda ve manevi hiyerarşide yer alan bir kavramdır. Genel pratik hayatta bir karşılığı yoktur. Kutup kabul edilen bir şahsın dünyayı idare etmeye kalkışmasını iddia etmek hayalden başka bir şey değildir.
Bâbâî ve Börklüce Mustafa isyanları, o günlerin sosyal dengesizlikleri, halkın maruz kaldığı yoksulluk ve zulüm sebebiyle ortaya çıkmış hareketlerdir. Önderlerinin tasavvuf mensubu olması neticeyi değiştirmez. Bunlar tasavvuf meselesi değil âsâyiş sorunudur.
Türk tarihinde yöneticilerle şeyhler iyi geçinmeye dikkat etti. Politikaya karışmak isteyen tek tük örnekler, usulünce etkisiz hale getirildi.
TASAVVUF ELEŞTİRİLEMEZ Mİ?
Amacım bir tasavvuf güzellemesi yapmak değildir. Bildiğim kadarıyla meselenin gerçeğini ortaya koymaya çalışmaktır.
Tasavvuf eleştiriden masun mudur? Hayır. Tasavvufa yöneltilen en büyük eleştiriler bu yolun mensuplarınca yapıldı. Daha ilk dönemden itibaren sufi yazarlar, gördükleri yanlışlara şiddetle karşı çıktılar. Bu tenkitlerdeki hareket noktası, tasavvufun özünden ziyade şeklinin öne çıkmasıdır.
Meselâ 12. Yüzyıldan itibaren kurulmaya başlayan tarikatlerdeki adap erkân, tekke ritüelleri, kıyafetleri eleştiriye uğramıştır. Bu kadar şekilcilik uygun değildir diyenler oldu. Bu, yabana atılacak bir görüş değildir. Ama şu bir gerçek ki; tarikatler, tasavvuf inanış ve kültürünün devamını sağlayan kurumlardır.
Gözden asla uzak tutulmaması gereken şudur: Tasavvufun asıl amacı insanı olgun, ahlâklı ve verimli hale getirmektir. Bu yolda; baş olma sevdası, zenginleşmek, insanlara hükmetmek gibi bir gaye yoktur. Böyle bir görüntü verenler yanlış yoldadır. Taklitçi ve sahteler ne yazık ki her alanda görülmektedir.
Tasavvuf alanı elbette eleştirilmelidir. Ama iyi niyetli ve insafla ve doğru bilgiyle olmak şartıyla. Tasavvufu bir nehre benzetebiliriz. Gürül gürül akan bu nehir irfan, kültür ve medeniyet bahçelerini sulayıp gelmiştir. Nehrin durgunlaştığı yerlerde kıyıda biriken çerçöpten, sineklerden, böceklerden dolayı bu su kötülenmez. Onun derinlerinde daima temiz su bulunur.
GÜNÜMÜZ
Tarihî seyri özetlerken, Anadolu ve Balkanlardaki din anlayışımız, millî kültür ve medeniyetimizde tasavvufun müsbet etkilerine söz ettik. Sonrasını ele alırsak:
Osmanlının duraklama ve gerileme dönemlerindeki bozulmadan tarîkatler de hisselerini almıştır. Bütün kurumlarımızda olduğu gibi tarikatler de büyük bir muhteva kaybına uğramıştı. Maddi ve şekli unsurlar devam ettiği halde, özden hayli uzaklaşılmıştı. Yahya Kemal bu gerçeği “İthaf” adlı şiirinde şöyle ifade eder:
Abâ var post var meydanda er yok
Horasan erlerinden bir haber yok
Uzun yollarda durdum hiç eser yok
Diyâr-ı Rûm’a gelmiş evliyâdan
Tanzimatla birlikte her alanda bir takım yeni düzenlemelere gidildi. Tarikatler için de “Meclis-i Meşayıh” (MM) kuruldu. Şeyh seçiminden tekkenin temizliğine kadar kurallar getirildi. 75 yıllık MM uygulamalarının sonucunun ne olduğu anlaşılmadan nihayet 1925’te bütün tekkeler kapatıldı.
1925’ten sonraki ilk yıllarda yasakların ciddi şekilde uygulandı. Yarım asrı geçen bir yasaklama döneminden sonra tarikat kurumunun sağlıklı bir yapı göstermesi beklenemez. Gelenekte bir kesinti ve kopukluk olduğundan dolayı, günümüzdeki tarikat tezahürlerinin, olması gereken seviyenin çok uzağında bulunduğu bir gerçektir. İstisnaları bulunmakla birlikte, çoğunluğu itibariyle ehil kişiler tarafından temsil edildiği ve yürütüldüğü söylenemez. Bu konudaki en büyük sıkıntı, hemen her kesimden insanımızın din ve tasavvuf alanındaki bilgi eksikliğidir, cehalettir.
“İslâm’da tarikat yok” demekle işin içinden çıkamayız. İslâm toplumlarında tarih boyunca ve her zaman tasavvuf ve tarikat olagelmiştir. Herkesin değilse bile, yaradılışı o yönde olan bir kısım insanların bu konuya eğilimi ve ihtiyacı olacaktır. Bu ihtiyaca cevap verecek sağlıklı kurumlar bulamayan kişiler, bilgisizliğin de etkisiyle yanlış veya sahte odaklara gideceklerdir. Tıp fakültelerinin veya uzman hekimlerin bulunmadığı bir yerde, insanlar amatör şifacılara veya koca karı ilaçlarına başvururlar.
Tasavvuf ve tarikat eleştirilerinin fikir hayatımıza bir canlılık getirdiği söylenebilir. Şu şartla ki, yazılıp söylenenler peşin hükümden uzak, iyi niyetli, yapıcı, bilgiye dayalı ve tarihî gerçeklere uygun bulunmalı. Maksat bağcı dövmek değil üzüm yemek olmalı.
Bir yanıt bırakın