14 Nisan 2018’de Türk Kültür ve Sanat Derneği, İzmir Konak best Westen Hotel’de bir panel düzenledi. Konuşmacılar iş hayatında başarılı, çoluk çocuk sahibi kimseler olup, Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü‘nde yüksel lisans yapmaktadırlar.
Bunlardan ikisinin konusu üzerinde duracağum. Birhan Gençer “Tüketim Kültürüne Tasavvuf Gözlüğüyle Kısa Bir Bakış” adlı bir sunum yaptı. Emine Ebru Arslan‘ın konu başlığı ise “Türk İş Dünyasındaki Değerler Sisteminin Anadolu İrfanı Işığında Yeniden Tesisi” idi.
Vahşi kapitalizmin bütün dünyayı ve ülkemizi pençesine aldığı, çalışma ve iş hayatında maddeci ve faydacı zihniyetin hakim olduğu günümüzde; insanı merkeze alan ve ahlaklı bir ekonomik hayatın imkanları üzerinde duran konuşmalar dinledik.
TÜKETİMİN ESİRİ OLMAK
Şu tespit yapıldı: Bir şey ahlaka aykırı, çirkin, ruhu zedeleyen nitelikte bile görülse, ‘ekonomik’ olduğu takdirde ona hayat hakkı tanınmaktadır. 1960’lardan sonra, kapitalist dünya sistemi, tüketim merkezli ihtiyaç ve isteklerin oluşturulması ve yönetilmesine dayanan bir organizasyona dönüştü.
Konuşmalarda ihtiyaç ve israf arasındaki ince çizginin korunmasından söz edildi. Dinde ve Tasavvufta tüketimin, nefsani aşırılıklardan uzak olduğu ölçüde uygun ve helal olduğu vurgulandı. İslam’da tüketim, temel ihtiyaçların aşırılığa kaçmadan karşılanmasını esas alır; çalışmak ve üretmek insanın kendisiyle birlikte diğer insanlara fayda sağlaması açısından önemlidir, denildi. Şu ölçü dikkati çeker:
Şeriatte, “Seninki senin benimki benim”dir.Tarikatta, “Seninki senin benimki de senin”dir.Hakikatte ise “Ne benimki benim, ne seninki senin hepsi Allah’ındır.”
İnsan tüketimin esiri olmamalıdır. Tasavvuf anlayışına göre Hürriyet, kişinin mahlukların köleliği altında bulunmaması, istek ve hırslarının esiri olmaması demektir.
ARAYIŞLAR
Başarının tarifi -kapitalizmin sunduğu normlara uygun olarak- maaş, ünvan ve mevkiden gelen yan faydalar üzerinden yapılmaktadır.
Bugün ölçü şu: “Daha çok kazan, daha çok tüket.” Sonunda insan maddi hedeflere ulaşmak ve benliğini doyurmaya çalışmaktan usanıp, anlam arayışı yöneldi. İçine düştüğü çelişkiler karşısında kapitalizmin vaat ettiğinin tersine daha mutsuz ve daha çok arayışta olan insanlar topluluğu oluştu. Bu durum verimi düşürdü.
Çözüm olarak çalışana sadece maddi imkanlar vermek yerine farklı şeyler sunarak işgücünü daha verimli bir hale getirmek hedeflendi. “Ruh dostu şirket” ve “manevi zeka” kavramları ortaya çıktı. Ruh dostu olma özelliğini arttıran şirketlerde, işe gelmeme ve hastalık oranları gibi verimi etkileyen pekçok hususta iyileşmeler gözlendi.
YERLİ DEĞERLER
Anglo-sakson değerlerine göre tasarlanan bir “işyerinde maneviyat” modeli, Türk değerler sistemine uymaz. Bunlar sorunları ortadan kaldırmaktan ziyade ilave çelişkiler getirebilir.
Bizim kadim kültürümüzdeki “Anadolu irfanı” kimseyi dışlamayan, yargılamayan, tam bir hoşgörü ve tevhid anlayışını içinde barındırır. Anadolu’da tasavvuftan beslenen, uygulanmış olan bir “fütüvvet geleneği” vardır. Bunun temsilcilerinde biri olan Ebu’l Hasan Harakani: “Her kim bu kapıya gelirse, ekmeğini veriniz ve inancını sormayınız. Zira Ulu Allah’ın katında ruh taşımaya layık olan herkes bizim soframızda ekmek yemeğe layıktır” der.
Helal kazanç baş tacı edilen bir ölçüdür: “Aşı helal olmayanın işi helal olmaz.”
Geleneğimizdeki Ahilik sistemi iş hayatının ahlaki temellere dayalı kurumsal ilkelere nasıl dönüşebileceğinin bilgisini sunmaktadır. Bu gelenekte “yaptığı işi insanlardan önce Allah’a beğendirme” ilkesi vardır.
Adı geçen 2 konuşmacının sözlerinden çokan sonuç şöyle özetlenebilir: Türk iş dünyası, çözümü kendi geleneğinde aramalı, kendi kadim değerlerimizi güncellemenin yollarını bulmalıdır.
NOT: Bugün saat 17.00’de İzmir Milli Kütüphane’de “İzmir Mevlevihanesi”ni anlatacağım.
Bir yanıt bırakın