1925 Kasımında Türkiye hudutları içindeki bütün tekkeler kapatıldı. Tekkeler tasavvuf inanışının yaşandığı ve uygulandığı mekânlardı. Asırlardır her kesimden insanın eğitildiği; huzur, güven ve ruh selâmeti aradığı yerlerdi.
Sâmiha Ayverdi şöyle bir hesap yapar: Tekkelerin kapatıldığı 1925 yılında İstanbul’da 365 dergâh vardı. Her dergâhın ortalama 50 mensubu olduğunu düşünelim. 365 x 50=I8250 kişi eder. Bunların her birinin, aile fertleri ve arkadaş olarak en azından beşer tane de sempatizanı vardır; 18250 x 5 = 91250 sayısına ulaşırız. O sıralarda İstanbul’un nüfusu 850 bin idi. Demek ki şehrin sekizde biri manevî sigortaya sâhipti ve çevresine şerde değil, hayırda örnek olan bir tasfiye cihazı gibi idi.1
Osmanlı toplumunun içine düştüğü gerilemeden elbette tasavvuf kurumları da payını almıştı. Ama İsmail Kara’nın kanaatine göre kesinlikle sanıldığı/sunuld
Tekke ve zâviyelerin kapatılması ve tasavvufî alanın yasaklanması, şüphesiz bütün topluma tesir etti. Ancak o sırada tekke şeyhi görevindeki kimseleri daha derinden etkiledi. Bu insanlar asırlardan beri var olan bir geleneğin merkezinde idiler. Onların tolumda bir itibarları vardı; bu bir anda sıfıra indiği gibi, ilgi alanları da yasaklandı.3 Hatta bazıları geçim sıkıntısına düştüler.
Bu köklü değişikliğe eli kalem tutan şeyhlerin tepkilerini değerlendiren Mustafa Kara: “O günün atmosferi müsâit olsaydı, bu şahıslar hâtıralarını rahat bir zeminde yazabilseydi, elimizde çok renkli malzemeler olacaktı. Ne yazık ki bundan mahrumuz.” der ve şöyle bir tasnif yapar:4
Şeyhlerin bir kısmı, biz zuhûrâta tâbiyiz ve olanda hayır vardır diye düşündü. Bazıları çok üzüldü, dînî-tasavvufî hayatın çökmesiyle toplumun da çökeceğine inandı. Bir kısmı gelir kaynaklarının kesilmesi sebebiyle geçim telâşına düştü. Bir grup sûfî “lutfun da kahrın da hoş” diyerek olaylara tebessümle baktı. Hâdiseyi “hikmet-i hükûmet” gözüyle görüp susmayı tercih edenler vardı. Takrîr-i sükûn ve İstiklâl Mahkemeleriyle çalkalanan bir vasatta bir grup derviş de korkusundan sustu.
Aslında tarîkat çevrelerinin aleyhine işleyen bir statü kaybı meydana gelmişti. Bu statü kayıplarının mümkün olan en yüksek seviyeye çıkması için devlet erkânı ve siyâsî merkeze yakın olan yayın organları yoğun bir karalama ve aşağılama kampanyası yürüttüler. Bunun izleri günümüze kadar ulaştı. 5
Burada amacımız olup bitenler için lânet okumak veya medhiye düzmek değildir. Yapmak istediğimiz bir durum tesbîtinden ibarettir. Şahsî kanaat olarak “lâ fâile illallah” demeyi tercih ederiz.
*
Asıl konumuz son Mevlevî postnişinleridir
*
ABDÜLHALÎM ÇELEBİ
Konya Mevlevî Âsitanesinin son postnişini Abdülhalim Çelebi (1874-1925)’nin hayatı daramatik bir şekilde son buldu. Abdülhalim Çelebi 1907-1910 ve 1919-1920 yılları arasında iki defa Konya Mevlevîhânesi şeyhi oldu. Tâyin ve azilleri siyâsî sebeplerledir. Gene aynı sebeple ve son defa 1921’de postnişin tâyin edildi.7 Başlangıçta Cumhuriyet rejimi ile arası çok iyiydi. Türk kurtuluş savaşına maddî mânevî katkıda bulundu. Millî savaş harekâtını bütün varlığıyla destekledi.
23 Nisan 1920 günü açılan I. TBMM’ne Abdülhalim Çelebi Konya meb’ûsu olarak katıldı. Aynı gün meclis başkanlığı için yapılan seçimde Mustafa Kemal Paşa 120 oyun 110’unu aldı ve başkan oldu. Abdülhalim Çelebi ise 94 oy alarak birinci reis vekilliğine getirildi.8 Vatanî hizmetleri dolayısıyla kendisine İstiklâl Madalyası verildi.
Abdülhalim Çelebi Mustafa Kemal’le iyi ilişkiler içindeydi. Paşa 20 Mart 1923’te Konya’ya geldi. İstasyon’da onu karşılayanlar arasında Abdülhalim Çelebi ve Mevlevî dervişleri de vardı. Paşa 22 Mart günü Mevlânâ Dergâhını ziyaretinde bulundu, dervişler ve dedelerle birlikte lokma etti. İcrâ edilen semâ âyinini vecd ve hayranlıkla seyretti.
Abdülhalim Çelebi’ye 1924’te açılan ikinci mecliste yer verilmez. Çelebi hilâfetin kaldırılması ve şapka kanunu karşısında olumlu tavır sergiler. Gazi’nin bizzat hediye ettiği şapkayı: “Aman Gazim, lütfettiniz. Sizin hediyenizi başıma tâc ederim” diyerek giymişti.9
Ne yazık ki bütün bunlar boşuna gayretlerdir. Abdülhalim Çelebi ile M. Kemal’in yolları ayrılmak zorundadır. Çünkü Paşa’nın yeni Türkiye projesi içinde tekkelere yer yoktur. Nitekim bir süre sonra kesin bir ifâdeyle M. Kemal şöyle diyecektir: “Ey millet! Biliniz ki Türkiye şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakîkî tarîkat, tarîkat-i medeniyyedir.”10
Tekkelerin kapatılacağı haberi duyulunca telâşa kapılan Çelebi Ankara’ya gider, Gazi ile de görüşür, fakat bu temasları bir fayda vermez. Kapatma kararı kesindir. 1925’te çıkan kanunla hiçbir istisnâ yapılmadan bütün tekkeler kapatılır.
Bunun üzerine Abdülhalim Çelebi Konya’dan ayrılıp İstanbul’a gitti. Burada Tepebaşı Bristol Oteline yerleşti. Kaldığı otelin balkonundan düşerek komaya girdi. Yenikapı Mevlevihanesi’ne getirldi, vefâtını müteâkip oraya defnedildi.
49 yaşında vefat eden Abdülhalim Çelebi’nin ölümüyle ilgili birtakım spekülasyonlar vardır. Ailesi ve yakın çevresinin kanaati şöyledir: Konya’dan ayrılırken Çelebi’nin yanında içi muhtemelen altın dolu bir torba/çanta vardır. Bunu güvenli olsun diye önce bir yakınına verirse de sonra geri alır. Her nasılsa durumu bilen bir hırsız çıkar, otelde Çelebi hırsızla boğuşurken balkondan düşer, hırsız ve torba kayıplara karışır.11
O devrin olaylarını yakından bilen mutasavvıf Hüseyin Vassâf (1872-1929) ise bu elîm vak’a hakkında şunları yazar: “Tekkelerin Seddi, şeyhlik ve müridliğin ilgası, Celâliye Vakfı’nın mâliyeye devri gibi mukakarrerât, Abdülhalîm Çelebi’yi me’yûs ederek muhetllü’ş-şuûr oldular. Sakal ve bıyıklarını, Sultan Dîvânî gibi tıraş ettiler. İstanbul’da sâkin bulundukları otelin penceresinden kendilerini attılar.”12
1922-28 yılları arasında Tepms gazetesinin muhâbiri sıfatıyla Türkiye’de bulunarak birçok şeye; bu arada inkılâplara ve tekkelerin kapatılışına da şâhit olan Paul Gentizon, yazdığı kitabında şu hazin olayı hikâye ediyor:
“Mevlevîlerin başı, Celâleddin Rûmî’nin torunlarından olan, binlerce kişiyi yedi yüzyıl semâ yaparken döndüren kutsal heyecanın son mirasçısı Konya’nın Büyük Çelebisi Mevlevî (Abdül)Halim’e gelince tekkelerin kapanması karşısında pek şaşırdı. Tıpkı haşhaşın efkâr dağıtıcı zehirinin âni yıkımına dayanamayan afyonkeşler gibi o da kendini dönmenin (semâ’ın) neşesinden sonsuza kadar yoksun bırakan bir önlem karşısında ruhunun altüst olduğunu hissetti. Konya’yı terketti. Birkaç gün sonra İstanbul’da görüldü. Belki son kez Cumhuriyetin modernleştirme kararına uymaya çalışıyordu. Sakalını kestirdi. Giysisini değiştirdi, redingot giyindi. Bu kılıkla Beyoğlu’nda Emperyal [Bristol, İ.K.] Otel’in üst katında oturmakta olduğu odasına döndü. Bu sırada ne olup bittiği bilinmiyor ama olabilir ki kendini uydurmaya çalıştığı bu değişimi dayanılmaz buldu, ya da ânîden semâ yapma krizine kapılıp da otel odasını tekke sanıp kollarını açarak başı eğik dönmeye başladı. Belki de kendinden geçme hâli içinde neyin sesi, kudümün ritmi ve Mesnevi dizelerinin sihrini duyar gibi oldu. Bir an kanatlarını çırptığını, uçarak kubbenin altında kaybolduğunu sandı. Ama gerçek şu ki âniden avlunun beton tabanına bir insan vücûdunun sertçe düştüğü görüldü. Yemek salonunda bulunan turistler koştular. Yıldızlar ülkesinden gelen Büyük Çelebi kanlar arasında can çekişiyordu.”13
Abdülhalim Çelebi’nin vefâtıyla ilgili olarak âile çevresinin söylediklerine inanmak durumundayız. P. Genitzon’un yazdıkları hayal mahsûlü de olsa, tekke şeyhleri bakımından o günkü acıklı durumu yansıtması îtibariyle önem taşır. Tekkelerin kapanmasıyla birlikte, ileri gelen bir takım şeyh efendilerin yaşadıkları derin üzüntüler ve hayal kırıklıkları acı bir gerçektir.
Abdülhalim Çelebi kibar, zarif, bilgin ve edipti. Ney, keman ve kudüm çalmasını bilirdi, hattattı. Arapça ve Farsça’yı iyi bilirdi. Fransızca’ya hâkim, Rumcaya âşinâ idi. Mesnevi’nin muhtelif şerhleri üzerinde çalışmaktaydı.14
ABDÜLBÂKÎ DEDE
Abdülbâkî (Baykara) Dede (1883-1935) Yenikapı Mevlevîhanesi’ni
Abdülbâkî Dede zarif, nüktedan, hoşsohbet, halîm, vakur16, tam bir İstanbul efendisi idi. Edebiyat ve mâsiki ile meşgul oldu, çok beğenilen şiirler yazdı. Ebced hesabıyla târih düşürme de zamanının önde gelen şâiri idi.17
1925’te tekkeler kapatıldığında Abdülbâkî Dede 42 yaşında ve en verimli çağındadır. Bu hâdiseyle 17 yıllık şeyhlik dönemi son buldu ve hayâtı birden bire altüst oldu. Kendisi tekkelerin kapanmasıyla olumsuz mânâda en çok etkilenenlerden biridir. Kanunun yürürlüğe girmesiyle bir ömür geçirdiği tekkesinden çıkarıldı, görevinden uzaklaştırıldı, bütün faâliyetlerine yasak kondu. Artık ne ney, ne kudüm sesi kaldı, ne de semâ safâsı
Mustafa Erdoğan’a göre, büyük bir boşluğun ortasında kalan, bunalıma düşen Abdülbâkî Bey Hicrannâme, Tahassür ü Teessür gibi şiirlerinde bu olayın maddî ve mânevî dünyâsındaki yankısını ve üzüntüsünü dile getirmiştir:18
Dirîğâ esip tünd-bâd-ı fenâ
Bozuldu o gülzâr-ı zevk u safâ
Ne bang-i kudûm ü ne nây u nevâ
Ne çeng ü rebâb u ne bûy-ı Hudâ
Dirîğâ dirîğâ o adn-i vefâ
Olur bûm-ı meş’ûma hayfâ ki câ
Olup derd-i hicrâna ben mübtelâ
Bu âlem bana şimdi dâr-ı belâ
Bana sanma yalnız bahâr ağlıyor
Bu bîçâre kalbe mezâr ağlıyor
Çâresizlik içinde kalan Dede’ye göre artık:
Neş’e, visâl, aşk, muhabbet
Şimdi bunun hepsi bir efsânedir.
Tekkelerin kapanmasından üç yıl sonra 1928’de ziyârete gittiği baba ocağı, yurdu yuvası, şeyhi olduğu mübârek mekân Yenikapı Mevlevîhanesi onun için artık sâdece bir hayalden ibârettir:
Harîm-i vuslatında bir zamânlar şâd idim efsûs
Benim şimdi enîsim hemdemim yalnız hayâlindir
Tekkeler kapatılınca bütün dergâhlar gibi Yenikapı Mevlevîhanesi’ni
Gülsitân-ı Mevlevî’de bir gül-i handân iken
Pây-ı ağyâra serildim hâkisâr oldum bugün
1930 Şubatında bir gün Bâyezid Câmiinde Kenan Rifâî (1867-1950) ile karşılaşır, hal hatır sorulur. Bâki Dede, tekkelerin kapanması dolayısıyla düştüğü sıkıntılı hâli esprili bir dille şöyle özetler:
Bir zamanlar nây-ı Mevlânâ ile demsâz idik
Şimdi olduk mâşâallah bir düdük
Kenan Rifâî onu şöyle tesellî etmek ister:
“-Niçin düdük olalım? Neysek yine oyuz erenler. Evvelce zâhir tekkesinde demsâz idik, şimdi kalb tekkesinde dilsâzız. Allah böyle istemiş böyle yapmış. Mâdemki O’ndan geliyor, hepsi hoş. Düdük olmaya bir sebep yok ki. Şimdi ten tekke oldu gönül de makamı, yine kalbler cemâl nûruyla doldu.” 19
Abdülbâkî Baykara bir ara, İbnü’l-Emîn’in delâleti ve dekan Fuat Köprülü’nün himmetiyle Dârülfünun hocalığına getirildi. Edebiyat ve İlâhiyat fakültelerinde Farsça okutmaya başladı. Fakat 1933’te Üniversite reformuyla Dârülfünun’un İstanbul Üniversitesine dönüştürülmesiyl
Tekrar geçim sıkıntısı başladı. Topkapı civârında kiralık bir evde çok zor şartlarda yaşıyordu. Abdülbâkî Bey’in son görevi Bakırköy Ermeni Lisesi edebiyat öğretmenliğidir. Ömrünün 42 yılında tekkelerde ağırbaşlı, oturaklı, her hareketleri ve sözleri zarif ve ölçülü olan şeyhlerin, derviş ve sûfîlerin arasında yaşamış olan Abdülbâkî Bey’e; üniversite, lise hatta ortaokul öğrencileriyle uğraşmak biraz zor gelmiş olmalı ki aşağıdaki beyti yazmıştır20:
Hep ekâbirdi karîn-i meclis-i ünsiyyetim
Âh ben bâzîçe-i bezm-ı sığâr oldum bugün
Dedemiz burada sadece iki ay çalışabildi. Artık hayat yükü çok ağır gelmeye başlamıştı. Astım hastasıydı, 28 şubat 1935’te 52 yaşında vefat etti. Yenikapı Mevlevîhanesi Hâmûşân mezarlığına defnedildi.21 Vefatından önce yazdığı bir beyitte şöyle demişti:
Bâkî cihanda bilmedi bir kimse kadrini
Belki civâr-ı kabrine yârân gelir gider
Abdülbâkî Dede’nin hüzünlerini, iç sıkıntılarını ve zamanındaki hâdiselere bakışını mizâhî bir üslûpla dile getirdiği “oldum” redifli meşhur şiiri şöyledir:22
Kesip rîş-i sefîdim pîr iken yosma civân oldum
Makām-ı Mevlevî’de şeyh idim pîr-i mugân oldum
Ne safî Müslüman kaldım ne oldum kıpkızıl kâfir
Giriftâr-ı belâ-yı fitne-i âhir zaman oldum
Dilimde nûr-ı îmânım başımda kapkara şapka
Misâl-i fecr-i kâzip nûr u zulmetle ayan oldum
Dedim âyînede seyr eyleyince kendimi fi’l-hâl
Balıkçı Kör Yivan yâhud kuyumcu Estepân oldum
Semâ-ı Mevlevî’yi terk edip öğrenmedim dansı
Selânik dönmesinden de beter bir müslümân oldum
Unuttum ebcedi bilmem Latince harf ile yazmak
Bugün bâzîçe-i nâçîz-i etfâl-i cihan oldum
Abâ bonjur silindir şapka oldu sikke-i monlâ
Bu uydurma kıyâfetlerle rüsvây-ı cihan oldum
Ne şâhân-ı seleften nâil oldum lutf u ihsana
Ne de meb’ûs-ı rûşen-baht olup sâhib-kırân oldum
Müderrisler bana Dârülfünûn’da eyledi sebkat
Cehâletten hamâkatten egerçi imtihân oldum
Te’emmül eyleyip Essabru miftâhu’l-ferec sırrını
Misâl-i deyr-i patrik-i zaman bî-imtinân oldum
Şu’ûn-ı hikmete baktıkça sabr etmek ne mümkündür
Bugünlerde beni afv eyle yâ Rab bed-zebân oldum
Nevâ-yı nây ile raksân olurken bir zaman Bâki
Belâ-yı hicr ile şimdi mücessem bir figân oldum
*
HİCRÂN-NÂME
Yine hicr ile kalb-i zâr ağlıyor
Düşüp derde bî-ihtiyâr ağlıyor
Bu mihnetle leyl ü nehâr ağlıyor
Benimle berâber bahâr ağlıyor
Bahar ağlıyor cûybâr ağlıyor
Çemende oturmuş nigâr ağlıyor
Nigâr ağlıyor bâgzâr ağlıyor
Çemenden geçen rüzgâr ağlıyor
Benim derdime bak hezâr ağlıyor
Zemîn ü zaman sad-hezâr ağlıyor
Olup bir zamanlar mukîm-i cinân
Bana gıbta eylerdi kerrûbiyân
Olurdu bana feyz-i Molla ayan
Esîr-i kemâlimdi kevn ü mekân
Rebâb u ney ettikçe dâim figân
Olurdu gönül her zaman şâdmân
Semâ’hâne-i Mevlevî âsumân
İdi ben de bir şems-i pertev-feşân
Bana şimdi burc u medâr ağlıyor
Cihanda safa ve mesâr ağlıyor
Rebâb u kudüm ü ney ü Mesnevî
Gülistân-ı aşk u dem-i Mevlevî
Gıdâ-yi dilimdi benim ma’nevî
Alırdım o demden füyûz-ı nevi
Olup Şems-i Tebrîz-i Hak peyrevi
Tutardı cihânı dilim pertevi
Olup tâli’im zinde bahtım kavî
Dile cây-ı devletti dünyâ evi
Bana şimdi bu rüzgâr ağlıyor
Cihan ser-te-ser aşikâr ağlıyor
Dirîgâ esip tünd-bâd-ı fenâ
Bozuldu o gülzâr-ı zevk u safâ
Ne bâng-i kudüm ü ne nây u nevâ
Ne çeng ü rebâb u ne bûy-i Hudâ
Dirîgâ dirîgâ o ‘adn-i vefâ
Olur bûm-ı meş’ûma hayfâ ki câ
Olup derd-i hicrâna ben mübtelâ
Bu âlem bana şimdi dâr-ı belâ
Bana sanma yalnız bahâr ağlıyor
Bu bîçâre kalbe mezâr ağlıyor3
TAHASSÜR Ü TE’ESSÜR
Ben bir zaman ki vâkıf-ı esrâr-ı yâr idim
Bezm-i visâle mahrem idim kâmkâr idim
Gülzâr içinde sâkin idim nağme-kâr idim
Gûyâ hezâr-ı neşve-nisâr-ı bahâr idim
Kıldı bu baht-ı kara çemenden cüdâ beni
Etti karîn-i mihnet-i vücûd u cefâ beni
Câyım harîm-i dergeh-i Molla Celâl idi
Kârım hemîşe zevk u safâ-yı visâl idi
Cibrîl o bezme âşık-ı bî-perr ü bâl idi
Yâ Rab o cây-ı emn ü sa’âdet ne hâl idi
Efsûs benliğimden ayırdı Hudâ beni
Bîgâne etti âh bu devrân bana beni
Bir bezm-i ünse dâhil idim ki safâları
Câna değerdi nağme-i Hak’tı nevâları
Erbâb-ı zevk u aşk idi bây u gedâları
Bâng-i kudüm ü nây idi zîrâ gıdâları
Etmişti aşk o bezme meh-i rûşenâ beni
Başta taşırdı izz ile arz u semâ beni
Evc-i safâda şems ü kamer Mevlevî idi
Gûyâ ki şeş cihet suhuf-ı Mesnevî idi
Hepsi Cenâb-ı Şems-i Hudâ pertevi idi
Sînem bu cây içinde sa’âdet evi idi
Eyvah ayırdı baht-ı felâket-nümâ beni
Etti belâ-yı hicre bugün mübtelâ beni
Oldum hamûş âh-ı metînim duyulmuyor
Çeng ü rebâb u nây-ı hazînim duyulmuyor
Hakk’a du’âlarım da emînim duyulmuyor
Artık sesim kesildi enînim duyulmuyor
Boğdu nihayet âh bu seyl-i bükâ beni
Alsa harîm-i izzete bâri Huda beni
AHMED REMZİ DEDE
Ahmed Remzi (Akyürek) Dede (1872-1944) Kayseri Mevlevîhanesin’n
Ahmed Remzi Dede gayet zeki, şen şatır, meclislere renk katan, hâfızası fevkalâde kuvvetli, mâlûmatı çok genişti. Zarif nükte ve latifeleriyle bulunduğu sohbetlere revnak verirdi.26
Remzi Dede’nin tekkelerin kapanmasıyla ilgili lehte aleyhte bir beyânına rastlamadım. Şu şiirini27eski günlere bir hasret olarak değerlendirebili
Hâmûş ise de bülbül-i nâlân unutulmaz
Gül mevsimi geçmekle gülistân unutulmaz
Peymâne tehî mey-kede der-beste ne mâni
Sâkî-i vefâkâr ile peymân unutulmaz
Ya’kūb-i dilin dîdesi rûşen olur elbet
Ye’se düşerek Yûsuf-ı Ken’ân unutulmaz
“Ahbebtü”ye peyveste olur rişte-i ülfet
Sohbetleri lillâhtır ihvân unutulmaz
Bî-nâm ü nişân kaldı nice sadr u şehinşâh
Ammâ yine Âsaf’la Süleymân unutulmaz
Hayr ile çalış nâmını ibkāya ki hâlâ
Haccâc ile Mervân ile Hâmân unutulmaz
Bilmem ne füsûn etti dil ü dîdeye Remzî
Bir lahza çeşmân-ı gazâlân unutulmaz
AHMED CELÂLEDDİN DEDE
Ahmed Celâleddin Dede (1853-1946), Gelibolu Mevlevîhanesi şeyhi Hüseyin Azmî Dede’nin küçük oğludur. Gelibolu’da doğdu, ilk tahsîlini orada yaptı. Babasının görevi dolayısyla onunla birlikte Kahire’ye gitti. Kahire Mevlevîhanesi’nd
Tekkelerin kapanmasından sonraki 20 yıllık hayâtını nasıl geçirdiğine dâir fazla mâlûmata sâhip değiliz. Kendisinin bizzat yazıp M. Kemal İnal’a verdiği hal tercümesi şu cümle ile biter: “El-yevm inzivâgâhımda bâzan nazm-ı eş’ar ve mütâlaa-i âsâr ile dem-güzâr ve bâzen ihvan-ı safâ ve hullân-ı bâ-vefâdan gelen züvvârın şeref-i sohbetleriyle bakıyye-i ömrümü imrâr eylemekdeyim.”31
Ahmed Celâleddin Dede’nin tekkelerin kapanmasına farklı bir bakışı ifâde eden şu dörtlüğü meşhurdur. İrticâlen söylediği belirtilen bu mısrâları Halil Can Bey’in naklettiği bilgisi vardır:32
Âsumândır kubbesi hep ahterân âvîzesi
En ziyâ-bahşâ kanâdîli güneşle mâhdır
Seddolunmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hak
Cümle mevcûdât zâkir kâinât dergâhdır
(Şunu demek ister: Kubbesi gökyüzüdür, âvîzesi yıldızlardır; en ışıklı kandilleri ise güneşle aydır. Tekkelerin kapanmasıyla Hakk’ın zikri kaldırılmış değildir, zîrâ bütün varlıklar Hakk’ı zikredip durmaktadır, bu durumda kâinat bir dergâhtan ibarettir.)
Hâdisâtı gönül gözüyle gördüğü zaman böyle düşünen A. Celâleddin Dede’nin beşerî seviyededen bakınca oldukça ağır sosyal tenkitleri vardır. Fazîlet ve kemal sâhibi olanları istisnâ tutarak, zamanındaki câhil tekke şeyhleri ve ilmiyle âmil olmayan ulemânın esef verici hallerini dile getiren 33 beyitlik bir manzûmesinden33 birkaç beyit şöyledir:
Yok tasavvufdan eser bûy-i hakîkat ne gezer
Hâlsiz zikr ederek kāl ile tevhîd nedir
Ekserî ehli turuk cehl ü taassubla hemân
Feyzi kendi yoluna hasrda ta’nîd nedir
Ne bu da’vây-ı teferrüd bu temeddüh bu riyâ
Nefsini fahr u mübâhat ile tahmîd nedir
Kişinin olmayıcak ilm ü hüner zâtında
Pederin fazl u kemâlâtın ta’dîd nedir
Müftehir cehl-i mürekkeble çoğu merkeb var
Har-ı la yefhamı mürşid diye temcîd nedir
Yetişir merd olana kisve libâs-ı takvâ
Zen gibi zînet ile câmeyi tecdîd nedir
Bî-basîret göremez taksa da gözlük Hakk’ı
Özenip şıklığa efrenci bu taklîd nedir
Kimi ayyâş kimi hemdem-i evbâş olmuş
Şeyh-i kallâşdaki tavr-ı hayâdîd nedir
Rahmet-i Hak ana mahsus mudur kim ayâ
Mağfiretden dîğer insanları nevmîd nedir
Olmasa afv ile erbâb-ı kebâir tebşîr
Ehl-i ısyâna şefâatle mevâîd nedir
Fi’len envâ-ı kabâyıhla olurken me’lûf
Aybdan kavlen edip nefsini tecrîd nedir
Kendi dünyâya tapar her ne bulur ise kapar
Maldan va’zda hep âheri tezhîd nedir
Hâb-ı gafletden uyan aç gözünü kendine gel
Unutup nefsini hep âlemi tendîd nedir
Ârif ol âdem isen kesb-i kemâl eyle Celâl
Nefsini ıslah edegör âheri tenkîd nedir
Ahmed Celâleddin Dede Meşrutiyet Hakkına Kasîde34 adlı 35 beyitlik şiirinde de yeni rejimin getirdiği bir yığın olumsuzluktan söz eder. Şiir şu beyitle başlar:
Azm kıldım yâr u ağyâr ile terk-i ülfete
Ülfet etdim inzivâ ile çekildim uzlete
16. ve 24. beyitler şöyledir:
Ger müsâvât ü uhuvvet böyle ise sad hezâr
La’net olsun bu böyle Meşrûtiyyet ü hürriyyete
Yapmadı Haccâc-ı Zâlim böyle zulm ü vahşeti
Görse hayrede kalırdı şübhesiz bu hâlete
Celâleddin Dede’nin bu tür sosyal tenkit ihtivâ eden bir şiiri de Cumhuriyet dönemine âittir. 15 Ramazan 1348 (1930) târihini taşıyan bu manzûmede ülkemizin yokluk ve sıkıntılar içinde kıvrandığı o günlerin bir tasvîri görülür:
Sükûn u bastı bütün kabz u ye’s edip târâc
Gönüller oldu sihâm-ı mesâib-i âmâc
Bunaldı dıyk-ı maîşetten ol kadar, halkın
Kimi suâle kimi nânpâreye muhtâc
Vücûdu elbisesiz, yok odun kömürden eser
Tiril tiril titirer, mi’desi tehî yatar aç
Katıksız ekmeğe râzı tedâriki müşkil
Evinde hastaya yok kudret iştirâya ilâç
Eğer bulursa gıdâ şükr eder Hudâ’ya fakîr
Fakat ne çâre o bî-çâre bulamaz bulamaç
Ne bu halkın içinde var öyle kimse ki yer
Yemekde her gece kaymaklı baklava, güllaç
Nedir bu zulm ü sitem zahmet içre kaldı kulûb
Mezâlim ehline yâ Rab nedir bu istidrâc
Diyânet ehli muhakkar mübâh fısk u fücûr
Muharremât-ı fevâhiş o rütbe buldu revâc
Bu sırra ehl-i ukūl ü nukūl hayretde
Bu hâli etmedi hall ilm-i cifr ü istihrâc
Kemâl-i merhametinden duâmı eyle kabûl
Halâs ümmeti yâ Rab hayırlı bir kapı aç
(Afyon Kocatepe Üniversitesi’nin 25- 26 Ekim 2013’te düzenlediği “3.Ulusalararası Sultan Dîvânî ve Mevlevilik Sempozyumu”nda sunulan tebliğin yayına esas olmak üzere hazırlanan metni)
Bir yanıt bırakın