Prof. Dr. Mehmet Demirci
GİRİŞ:
Ekrem Hakkı Ayverdi (1899-1984)’nin mîmârî târîhimize ve kültürümüze hediye ettiği toplam sekiz büyük ciltlik iki muhteşem eseri vardır. Birincisi Osmanlı’nın ilk devirlerinden Fâtih dönemi sonuna kadar olan 250 senelik târih dilimindeki mîmârî eserlerini inceleyen dört ciltten oluşur. İkincisi Avrupa’da Osmanlı Mîmârî Eseleri’dir. Bu da dört cilttir. Bu iki seri battal boyda toplam 3907 sayfa tutarındadır.
Avrupa ciltlerinde Romanya, Macaristan, eski Yugoslavya ( yani Bosna-Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Sırbistan, Karadağ, Kosova), Bulgaristan, Yunanistan ve Arnavutluk’taki Osmanlı’dan kalma mîmârî eserler tanıtılmaktadır.
Avrupa tetkik gezleri 1975 ve 1976’da yapılan iki seyahatla gerçekleşti. Arnavutluk ve Yunanistan’dan o günlerde izin alınamadığından, Bulgaristan’ın ise çok kısıtlı bir süre imkân tanııması dolayısıyla, bu ülkelere âit mâlûmat, mevcut literatürden istifâdeyle yazıldı. Bunların dışındaki ülkeler, bizzat Ekrem Bey veya yardımcısı mîmarlar tarafından karış karış gezilerek bilgiler toplandı, rölöveler çıkarıldı, çizimler yapıldı.
Ekrem Bey Balkanlardaki mimari eserlerden tekkeleri ve evliyâ türbelerini anlatırken, sâdece mîmârî yapıyla yetinmeyip, orada yatan mübârek zatların hayatları, menkıbeleri ve bu konularla ilgili kaynaklara dâir de bilgiler vermesidir. Böylece onun eserleri kuru bir mîmârî ve sanat târîhi çalışması çerçevesini aşarak, tasavvuf kültürümüze de ışık tutar hâle gelmiştir.
E. H. AYVERDİNİN MÂNEVÎ YÖNÜ
Onun rûhî-mânevî yapısı bu konulara elverişlidir. Ekrem Hakkı Ayverdi, kardeşi Sâmiha Ayverdi (1905-11993) gibi, son devrin büyük mutasavvıf ve mürebbîsi Kenan Rifâî (18867-1950) müntesibidir. Her ikisi de aynı Efendinin irşad halkasında yetişmiştir.1
Sâmiha Ayverdi ağabeyi Ekerm Bey’in mânevî-tasavvufî şahsiyeti hakkında şöyle der:
“Ekrem Hakkı Ayverdi bağlandığı kapısına muhabbet ve sadâkatle sarılmış bir derviş kişi idi. Bu sâyede de bütün yaradılmışlara karşı sevgi dolu, himâyekâr ve dost idi. Zîrâ ikrar verdiği merkezin dünyâ görüşü bu idi. Öyle ki, ilâhî-beşerî bir terkîbi kütleler içinde hâkim kılarak cemiyetin medenî ve içtimâî seviyesini yükseltmekdi. Bunun da yolu, nefis terbiye ve tezkiyesinden geçmekte bulunuyordu. Ayverdi de, inandığı ve sıdk u sadâkatle bağlandığı bu prensipleri kendi varlığında yaşayarak sonuna kadar temsil etti. Mizaç İtibariyle asabî olmasına rağmen, yapısının bu husûsiyetini dervişlik potasında eritmesini bilmiş insandı. Onun kadar merhametli, insaflı Hak ve hakîkate karşı zebûn bir kimse az bulunur dense revadır. Mürşidi nasıl ki kendini kütle menfaatine nezretmiş idiyse, mürîdi Ayverdi için de, mühim olan, şahsı değil, mensub olduğu Türk-İslâm cemiyeti idi.”2
Sâmiha Ayverdi şöyle devam eder: “”Ekrem Hakkı Ayverdi’nin büyük tâlihi, yaradılış mayasında mevcut bulunan san’at ve zarafet anlayışının, bir kâmil Mürşide mülâkî olmakla, derûnî kemal de kazanarak dört başı mâmur hâle gelmiş bir Türk-İslâm temsilcisi olmuş bulunmasıdır.”3
MÎMÂRÎ ESERLERİMİZDEKİ RUH VE MÂNÂ
Ekrem Hakkı Bey’in bu mânevî derinliği işine de yansımıştır. O, incelediği yapıyı sâdece taş toprak olarak görmez, aynı zamanda gönlüyle de bakar. Der ki:
“Bir âbideyi tedkik için göz kâfî değildir; bütün seziş melekelerinin ve bilginin harekete geçirilmesi lâzımdır. Zîrâ binânın deruni bir hayâtiyeti vardır. Binâ cansız değildir, yapıcıları kendi imkânlarını taş hâlinde âbideleştirmişle
Mîmârî eserlerimizdeki bu derûnî tarafı Tanpınar da fark etmiştir. “Cedlerimiz inşâ etmiyorlar, ibâdet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve îmanları vardı. Taş ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini hepsi Yeşil’de dua eder, Muradiye’de düşünür ve Yıldırım’da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.”5
Söz konusu bu ruha kısaca “derviş-gāzi” veya “alp-eren” rûhu da diyebiliriz. Ekrem Bey’in vefâlı eşi İlhan Ayverdi (1926-20009) de aynı rûha işâret eder: “Ekrem Hakkı Bey,
Nâgehan ol şâra vardım
Ol şârı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taşla toprak arasında
diyen Hacı Bayram Velî gibi, vatan coğrafyasında Anadolu ve Rumeli’de ecdad yâdirı olan her eserle sanki berâber yapılmış, berâber inşâ edilmiş, sanki onların bir parçası olmuştu. Bu tarife gelmez bir aşk hâli idi.”6
İşte bu aşk hâlinin sonuçlarından biri olarak E. H. Ayverdi, Osmanlı medeniyetini “Dünyevî ve beşerî vasfından bir şey kaybetmeden derûnî de olabilen bu dört başı mâmur medeniyet”7 olarak görür.
GAZİ DERVİŞLER VE VELÎLER
Ayverdi Külliyâtının Osmanlı’nın ilk 250 senesine âit ciltlerinde ve Avrupa’daki Osmanlı Mîmârî eserlerine dâir çalışmalarda, diğer mîmârî yapılar yanında yüzlerce tekkeden söz edilir.
Ekrem Hakkı Bey bu tekkelere adlarını veren zevattan söz ederken, bir kısmının târîhi ve mânevî hüviyetlerine yer verir. Bulabildiği kadarıyla o zatlara dâir yapılan çalışmalara temas eder. Bir mîmârî araştırmasında bu gibi meselelere temas etmesini, yazarın tasavvufî şahsiyetinden ve bu gibi konulara olan samimi ilgisinden kaynaklandığını düşünüyorum. Ekrem Bey’in kitaplarında Balkanlardaki mimari eserleri incelerken söz konusu ettiği veliler ve gazi dervişler şunlardır:
1. SARI SALTUK
Balkan Müslümanlığında yeri olan derviş-gāzilerin en meşhûru Sarı Saltuk’tur. On üçüncü yüzyılda Dobruca bölgesine gelip yerleşen Sarı Saltuk ve arkadaşları Müslümanlığı buralara getirmişlerdir. Yahyâ Kemal’in “Mâverâda Söyleniş” adlı şiiri şu mısrâlarla başlar:
Geldikti bir zaman Sarı Saltık’la Asya’dan
Bir bir Diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sakarya’dan
Bugünkü bilgilerimize göre Sarı Saltuk, Anadolu Selçukluları’nın inkıraz devirlerinde yaşar. Başlangıçta Sinop’ta, sonra Kefe’de bulunur. Bilâhare Tuna kıyılarında ve Edirne’de karar kılar. Buralarda 40 sene kalarak Rumeli’yi İslâmlaştırmayı başlıca gāye edinir. Sonradan Osmanoğulları zamanında bu bölgenin müslüman diyârı olacağını kerâmet gözüyle anlar ve adamlarına müjdeler.
Sarı Saltuk’un târîhî kişiliğinden çok menkıbevî şahsiyeti önem taşır. Onun bu yönünü, Cem Sultan’ın isteğiyle Ebu’l-Hayr Rûmî’nin derleyip kaleme aldığı “Saltuk–nâme” adlı kitaptan öğreniyoruz.8 Osmanlılar’ın XV. yüzyıldaki Rumeli fetihlerinin menkıbevî hikâyeleri de Sarı Saltuk’a mal edilerek Saltuk-nâme’ye konmuştır. Buna göre Sarı Saltuk: a) Kerâmetler gösteren bir velî, b) Kâfirlerle savaşan bir gāzi, c) Cinlerle ve devlerle uğraşan bir masal kahramanıdır. O, yabancıların dillerini ve dinlerini bir râhip kadar bilir; türlü türlü yollarla onların şehirlerine, kiliselerine, hükümdar saraylarına girer. Râhip kıyâfetleriyle kiliselerde vaazlar verir. Çeşit çeşit kerâmetler gösterir. Dört kitabı hatmetmiştir. Kur’an’ın yanı sıra İncil’i de ezbere okur.
Sarı Saltuk amacını gerçekleştirmek için öyle büyük bir ideal ve inanca sâhiptir ki, bu uğurda cenâzesinin bile vazîfe görmesini sağlamıştır. Şöyle ki: Saltuk ölümünden sonra gömüldüğü yerin tam olarak bilinmesini istemez. Oğullarına şunu vasiyet eder: Vefât edince yedi ayrı tabut hazırlayacaklard
Ekrem Hakkı Ayverdi Romanya Babadağ’daki Sarı Saltuk Türbesi’ni anlatırken, Aşıkpşazâde’nin “Gāziyân-ı Rûm” lakabıyla andığı bir zümreye mukābil Sarı Saltuk gibilere “Gāziyân-ı Şimal” diyelim der ve devam eder: Saltuk Dede’nin hayâtı târîhi hakikatler yanında pek geniş ve teferruatlı efsâneler zinciriyle örülmüştür. Kendisine pek çok kerâmetler ve hârikulâde işler atfedilir. Evliyâ Çelebi Saltuk’un Bektâşî olduğunu söyler. Unutmamalı ki Evliyâ Saltuk’tan 300 sene sonra yaşadı. Demek ki 300 yıl sonra öyle inanılıyormuş. Ama nasıl mümkün olabilir ki, Saltuk Horasan veya Buhâra’dan, Sinop ve Kırım üzerinden buraya geldi. Târîh ve sene farkı bir yana, Hacı Bektaş Velî’yi Anadolu’da görecek bir güzergâh tâkip etmedi. Bilâhare Hacı Bektaş’ın vefâtından sonra XVI. asırda Balım Sultan’ın devreye girmesinden sonraki Bektâşî Dedegân kolu, uzak veya ücrâ yerlerdeki bütün bu türbelere mânen maddeten el koydu ve kendi damgalarını vurdu. Bunun örnekleri çoktur. O bakımdan Evliyâ Çelebi yazdıklarında haklıdır. Sarı Saltuk yalnız Babadağı’nda değil, rivâyet ve efsanelerle bütün Türk memleketlerinde yayılmış, 15-20 yerde kendisine türbe, makam atfedilmiştir.Ar
2. GÜL BABA
Budin Tekke ve Türbeleri ana başlığı altında Gül Baba Türbe ve Tekyesi yer alır. Ayverdi özetle şöyle der: Gül Baba Gāziyân-ı Rûm’un sonuncularındand
Cenâzesinde askerlerden oluşan cemaat çok kalabalık imiş. O kadar ki, Fethiye Câmiinden ta Gül Baba’nın şimdiki türbesinin bulunduğu yere kadar bütün Budin’i kaplamış. Cenâze namazını Ebussud Efendi kıldırdı. Tabutunu taşıyanlar arasında bizzat Kānûnî Süleyman da vardı.
Kānûnî Bağdad valisi Süleyman Paşa’yı Budin Beylerbeyiliğine tâyin etti; hil’atini giydirirken verdiği emir ve nasihatler, Gāzi Derviş’in adını alarak tamamladı. “Gül Baba Budin gözcüsü olup himmetleri hâzır ve nâzır ola. el-fâtiha.” Evliyâ Çelebi bütün bunları, Budin fethinde hazır bulunan babasından naklederek yazmıştır. Gül Baba aslen Merzifon’lu olup, âilesi oradan Isparta’ya nakletmiş olmalıdır. Ekrem Bey böyle düşünür.
Ekrem Hakkı Bey, Gül Baba soyundan olduğunu şöyle ifâde eder: “Bu satırların muharriri, ana tarafından onun neslinden gelmekte olduğunu tevâtüren bilmektedir. Fakat tevliyet vs. gibi müsbit evrak âilenin yaşlısı İbrâhim Efendi’den sonra kaybolmuştur.”11
3. ESTERGON
Bu tebliğde tasavvuf neşvesini öne çıkarmak amacıyla yola çıkıldı. Tasavvufta başta gelen özellik nefisle mücâdeledir ve bunun adı “Büyük cihad”dır. Bir de küçük cihad vardır, bu da cephede düşmanla bilfiil vuruşmaktır. “Cihad” ve “mücâhede” aynı kökten gelir. Birincisi fiili savaş, ikincisi nefisle savaş için kullanılır. Mücâhedesi noksan olanın cihâdı bir “kuru gavga”dan ibaret kalabilir.
Anadolu ve Balkanların İslâmlaşıp Türkleşmesi sırasında bu iki anlayışın ve kavramın birleşerek yeni bir terkip oluşturduğu görülür. Türklerdeki geleneksel kahraman ve savaşçı “alp” tipinin Müslümanlıktaki karşılığı “gāzi” kelimesidir. Buna bir de “dervişlik” eklenerek, “gāzi-derviş” veya “alp-eren” tipi ortaya çıkmıştır. Anadolu ve Balkanlardaki fetihlerimizde bu müstesnâ tipin oluşturduğu zümreler en büyük hizmeti görenlerdir. Ekrem Hakkı Bey Aşıkpaşazâde’nin “Gāziyân-ı Rûm” tâbirini çok sever ve sıkça kullanır. Kendisi de o ruha sâhiptir ve 20. asırda onların bir temsilcisi sayılır.
Ekrem Beyin hamâsî duyguları zirve noktadadır. Yahyâ Kemal’in “Yeniçeriye Gazel” şiirini mehter formunda besetelemesi için Münir Nureddin Selçuk’a telkinde bulunan ve ısrar eden E. H. Ayverdi’dir. İyi ki öyle olmuş, bugün “Vur pençe-i Alî’deki şemşîr aşkına” sözlerini ve bestesini ne zaman dinlesek ruhlarımız kanatlanır. İşte bu noktadan hareketle Estergon’u da konumuz arasına dâhil ettik.
Ekrem Bey ve ekibi, Balkanlardaki araştırmaları sırasında en rahat şekilde Macaristan’da çalıştılar. Kendisi Estergon Kalesi’ni anlatırken, en başa meşhur Estergon Türküsü’nün sözlerinin tamamını koyar: Ayrıca bu cildin sonunda türkünün notasına yer verir.
Estergon kal’ası bre dilber aman subaşı durak
Kemirir gönlümü bre dilber aman bir sinsi firak
Ekrem Bey Estergon Kal’asını anlatmaya şöyle başlar: “Osmanlı serhadlerinin en gözde, en makbul, gönüllerde yer etmiş, üzerine gazâ türkülerinin en içdeni yakılmış Estergon’u insan bir gördü mü, bu sevdâya kapılmaktan kendini alıkoyamaz; dil ile ikrar, kalb ile tasdik eder.”12
Estergon Kalesi’ndeki çalışmaları sırasında Ekrem Bey bir ara burada iki rekât namaz kılar. Bu sıra kim bilir hangi duygular içindeydi? Her halde bu bir şükür, hasret, hicran ve beşâret namazıydı. En iyisi sözü burada kardeşi Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’ye bırakalım:
“Macaristan’ı karış karış işlersiniz de, Ertergon’u atlamak olur mu? Bir yandan gereken faaliyet gösterilir, ölçüler alınır, fotoğraflar çekilirken, Ekrem Hakkı Ayverdi, bu nice yiğitliklere sahne olmuş ve şerbet içercesine Türk kanını topraklarına sindirmiş kal’anın burcu üstünde bir an kendini Îlâ-yı Kelimetullah’a adamış bir mücâhid gibi görmekten nasıl kurtulabilirdi?
Kurtulamadı da. Genç mîmarlar işleriyle meşgul oladursunlar, o kal’anın burcunda namaza durdu.
Sanki başlarında hükümdarları, serdarları, henüz cenk salâsı okunmadan iki rekât zafer ve şükran secdesine varan gaziler gibi idi.
Bu namaz, yalnız Allah’a ibâdet değil, gelmiş ve gelecek nesillerin gözlerine ve gönüllerine dikilmiş bir nirengi noktası idi.
Tek başına namaz kılan adamın arkasında «Allah Allah…» sesleri ile hücuma geçen ordular yoktu. Fakat elbette Türk’ün ruh orduları bir gün dirilecekti. Ülkede kendini vatana ve îmâna adayabilen tek insan da kalmış olsa, arkasından yürüyecek genç ordular, Hak ve hakîkat bayrağını, elbette îmân kal’asınm burcuna bârûsuna dikeceklerdi.
Bu bir müjde, bir beşâret, bir işâretti vesselâm.”13
4. İDRİS BABA
Macaristan Peçuy’da İdris Baba Türbesi şu girişle başlar: “İdris Baba Türbesi geniş bir hıyâbânın içinde, ağaçlar ortasında tek başına kubbeli bir binâdır.”14 Daha sonra konuyla ilgili şu husulara yer verilir: İbrâhim Peçevi İdris Baba’yı “meczûb-i ilâhî” olarak tavsif eder. Nice kerâmetleri görünürdü. Kendisine adak ve sadakalar verirlerdi, muhtaç olanlar toplanıp bundan faydalanırdı. Peçevî İbrâhim Peçuy’dan Bosna’ya giderken (1000/1591 İdris Baba’ya sorar: “Derviş, Hasan Paşa’nın yanına gidiyorum, ona bir şey diyecek misin?” O da şöyle mukabele eder: “Her nereye giderse yüzü aktır, evliyâ ve abdalların ruhları kendisine yardımcıdır. Hatta Hz. Ali (kv) onun askeriyle birliktedir, diyesin.” Hasan Paşa İdris Baba’yı tanıdığından, onun bu sözlerinden fazlasıyla memnun olmuş ve onları hep tekrarlamıştır.15
5. AYVAZ DEDE
Bosna Hersek’te Akhisar (Prusac) kasabasındaki mîmârî eserlere geçmeden önce kısa târîhi bilgi verilir: “Burası evvelce Fâtih Sultan Mehmed tarafından istîlâ edilmiş ve bir aralık elden çıkmış olmakla birlikte; berâberce gelen Ayvaz Dede’nin ayrılmayıp neşr-i İslâm için burada sebat ettiği mahallen rivâyet edilmektedir. Bu da bu mahalle verilen ehemmiyeti gösterir.”16
Ayvaz Dede’nin Sarı Saltuk’la alâkasından söz edilir, kerâmetleri nakledilir. Buralarda İslâmiyeti yaymak için çalışmıştır. Ayrıca 7-8 km mesafeden kasabaya su getirmiştir. Türbesi bir buçuk asır sonra Hamdan Ağa Câmii yakınında Şeyh Hasan Kâfî tarafından yaptırılmıştır.17
Ayvaz Dede günümüzde de yaşatılıyor. Boşnaklar her yıl hazîran âyinın son Pazar günü Ayvaz Dede Şenlikleri düzenler. Bosna kasabalarından atları, kırmız fesleri ve Osmanlı sancaklarıyla binlerce kişi katılır. Prusac Câmii’nde yapılan sancak töreninden sonra 8 km mesafede bulunan Ayvaz Dede’nin getirdiği suyun çıktığı Ayvatoviç’e hep birlikte yürünür. Orada mevlidler, duâlar ve konuşmalar eşliğinde eski hâtıralar yad edilir.18
Manisa’nın gelişmiş ilçesi Akhisar Ayvaz Dede’yi sâhiplenmiştir. Dede’nin Akhisar’dan Bosna’ya gittiğini söylerler. Burada çok sayıda Bosna ve Balkan kökenli vatandaşlarımız vardır. Onların da etkisiyle Bosna ve Ayvaz Dede ile önemli bir kültür köprüsü kurulmuştur. Şenliklere resmi zevatla birlikte her yıl artan şekilde kalabalık gruplar katılmaktadır. Akhisar’da yeni açılan okul ve câmilere “Ayvaz Dede” ismi verilmektedir.
6. AÇIK BAŞ/BLAGAY TEKKESİ
Bosna Hersek’te Mostar havzasında Buna nehrinin çıktığı kaynak olan mağaranın hemen kenarında Blagay Tekkesi vardır. Bir tabiat hârikası ortasında yer alan tekkenin şöhreti her geçen gün artmaktadır. Tekke farklı tarîkatlere mal edilir. Bugünlerde Nakşbendî tekkesidir. Bektâşî tekkesi olarak kurulduğu söylenir. Burayla ilgili Sarı Saltuk adı da sıkça geçer.
Ekrem Hakkı Bey Evliyâ Çelebi’den nakleder19; Evliyâ’ya göre burası Halvetî tekkesi olarak o zamanın Mostar müftüsü tarafından yaptırılmıştır. Suya karşı yapılan bu yüce köşkün kameriyesinde dervişler sohbet ederler. Sudaki balıklar onar yirmişer okka çeker, fakat kimse onları avlamaz. Tutan veya balık otu ile sersemleten iflâh olmaz diye inanılır.
Tekkede kurban kesip etlerini kartallara bırakırlar. Balıklara da koyun ciğeri atarlar, eğer balıklar bunları yerse atanın muradı hâsıl olur denir.
Ekrem Bey sözü kendisi alır ve devam eder: Bugün de inanma ihtiyâcının doğurduğu hürmet duygusu ve inancı, çok şükür yer yüzünde hâlâ devam etmektedir. 1977’deki ziyâretleri sırasında anlatılan birkaç husûsu zikreder: Tekkeye gece su bırakılır, geçmiş sakinlerince kullanıldığı için sabahleyin bu suyun bittiği görülürmüş. Eğer su bırakılmazsa tekke zelzele geçirir gibi sallanırmış. Kadının biri yeşil cübbeli birinin basamaklardan aşağıya indiğini görmüş. Tekkede yatanlardan biri kadınmış. Ayverdi bütün bunlar, tekkenin canlılığının devam ettiğini gösterir, der.
Tabiatla insan eserinin harikulâde bir terkîbi olan Blagay Tekkesi’nin bu özelliğini Ayverdi şöyle vurgular: “İnşâî ve mîmârî bütün benliği ile tekye bir anda insanla yekvücud, aynı bir mânâ olmakta, sanki tabiatı size anlatmak için bir vâsıta gibi meydana çıkmaktadır.”20
7. GAZÎ HÜSREV BEY VE SÛFÎLER
Saraybosna’daki Gāzi Hüsrev Bey külliyesi; câmi, medrese, mektep, hankah, imâret, han, çarşı, hamam ve türbeleriyle muhteşem bir mîmarlık eseridir. Ekrem Bey şöyle der:
Bütün Bosna Hersek Müslümanları, hatta oranın Hristiyanları dahi bu külliyeye bir mukaddeslik payesi verirler. Anadolu topaklarında bu külliyenin bir benzeri yoktur.21
Külliyenin geniş vakıfları vardır. Müellifimizin, vakfiyenin tasavvuf erbâbıyla ilgili bölümüne dâir verdiği bilgi şu mealdedir: Câmi hizmetlerinden sonra mutasavvıf ve şeyhlere, tekke ve mesken olarak yapılan hanikah ve savma (ibadet ve uzlet yeri) zikredilir. Câmi hizasındaki bu birimler 15 odadan oluşur. Burada nefs-i emmârenin kırılması sağlanarak; evrad, ezkâr okunacak, namaz ve oruç edâ edilecektir. Halvetî halîfelerinden en uygun olanı şeyh olup, her gün için 20 dirhem ödeneği olacaktır. Şeyhten sonra sofîlerin her birine ayda on dirhem belirlenmiştir.22
8. SARAYBOSNA’DA HACI SİNAN TEKKESİ
E. H. Ayverdi şuna hayıflanır: Osmanlı mîmârîsi eserleri içinde nümûnesi en az kalan yapılar tekkelerdir. Türkiye’de olduğu gibi Bosna-Hersek’te de durum aynıdır. Genellikle şahsî gayretle yapılan tekkeler, mensuplarının imkânlarının azlığı ve vakıflarının darlığı sebebiyle bir kısmı ahşap olduğundan zamânâ dayanamadı. Bir kısmı da câmi bünyesi içine kaynadı.
Saraybosna’daki Hacı Sinan Tekkesi bir istisnâ teşkil eder. Çok geniş bir sâhayı kaplayan, teferruatlı, kesme taş duvarlı mühim bir binâdır. Hazîresinde pek çok kabir ve türbe vardır. Bu tekkede yalnız Kādirî tarîkati âyîni icrâ edilir. İçindeki bütün kitâbeler Abdülkādir Geylânî ismine izâfe edilmiştir.
Tekkenin duvarlarında sülüs celîsi, kûfî, tuğra ve müsennâ tarzında birçok hüsn-i hat levhaları yer alır. Bunlarda Kur’an ayetleri, hadisler, Kādiriye tarîkati ve onun pîririni anan ilâhî parçaları vardır.23
9. HARÂBÂTÎ BABA
Günümüzde Makedonya sınırları içindeki Kalkandelen (Tetova)da en meşhur tekkelerden biridir. Bulunduğu mahallenin adı da “Tekke”dir.24
Müellifimiz Ayverdi şu bilgileri verir: Tekkenin asıl kurucusu Sersem Ali Baba’dır. Rivâyete göre Ali Baba, Kānûnî’nin eşi Mâh-ı Devran Sultân’ın kardeşidir. Dimetoka Bektâşî Âsitânesinin şeyhi iken, Hürrem Sultan’ın ikbâli yâni mevkiinin kuvvetlenmesiyle birlikte Dimetoka’dan Kalkandelen’e nakledilir, kısa süre sonra da İstanbul’a çağrılır. Onun yerine Harâbâtî Baba geçer ve tekke daha çok bu ikinci isimle tanınır.
Sene 1976, Ekrem Bey ve ekibi, o günlerde Yugoslavya yönetiminde bulunan bu topraklarda araştırma yapmak için bu işlere kâfî gelecek kadar uzun bir izin süresi alamamışlardır. Harâbâtî Baba Türbesi’nden bahsederken bu durumdan üzüntüyle bahseder: “Bize tanınan kısacık müddet içinde bu tekyenin rölövesini yapmak imkânı olmadığından ilk bakışta kabul ile fotoğraf ve kayıtlarımız tamamlayabildik.
Şükür ki günümüzde Üsküb’ü, Ohri’yi, Gostivar’ı, Kalkandelen’i ve oradaki geniş avlulu ferah bir yer olan Harâbâtî Baba tekkesini rahat rahat gezme imkânına sâhibiz.
10. ÜSKÜP RİFÂÎ TEKKESİ
Ekrem Bey’in verdiği bilgiler meâlen şöyledir: Rifâî tarîkati şeyhlerinen Mehmed b. İsmâil tarafından Hatuncuklar mahallesinde satın aldığı 800 metre karelik arsa üzerinde 1817’de kuruldu. Şeyh Mehmed kendi mülklerinden bir kısım yerleri vakfetti. Bu vakıfların gelirleriyle önce tekke ve dükkânların bakımı ve tâmîrinin sağlanması, kalanıyla da fukarâ ve dostlarına yemek verilmesini istedi. Şeyhliğin erkek evlâdına, sonra torunlarına, neslinin tükenmesi durumunda sâlih ve takvâ sâhibi bir Rifâî şeyhine geçmesini şart koştu.
Tekkenin türbesinde medfun olanlardan bir kısmı şunlardır: Mehmed Eendi’nin oğlu I. Sâdedin Efendi (v. 1269/1852), meşhur şeyh II. Sâdedin Efendi, Seyide Hanım ile kocası Şeyh Ahmed Efendi. Seyyide Hanım’ın baba ve dedesi tarafından İstanbul’a gönderilerek ricâ ve ısrar ile Ümm-i Ken’an Dergâhı’ndan (Ken’an Rifâî’den) inabe aldığı bilinmektedir.
Kapının üzerinde I. Sâdedin Efendi’nin koydurduğu bir kitabe yer alır. Kitâbede şunlar yazılıdır:
Dersen dü-cihande seni sokmaya efâ’î
Gel işte budur dergeh-i vâlây-ı Rifâî, 1265
Yani, iki cihanda seni yılanların sokmamasını istiyorsan gel işte bu yüce Rifâî dergâhına, deniyor. Bununla tarîkatin piri Ahmed er-Rifâî (578/1182)’nin kerâmetlerinden olan vahşi hayvanları itaatına alma gibi hâdiselere işâret edilir.26
Ekrem Bey Üsküp’te Vardar nehri üzerindeki meşhur köprüyü anlatırken, yukarıda adı geçen II. Sadedin Efendi’nin yazdığı, köprünün tâmir kitabesindeki târih düşürme kıt’asını yer verir:
Görüp tevsî-i cisri
Söyledim cevher gibi târîhi
Muhammed Hân-ı Hâmis’dir
Viren bu cisre âbâdı
Bu ifâde noktalı harflerin hesabıyla 1327 (1909) târîhini gösterir.27
Yahyâ Kemal’in bu Sâdedin Efendi ile hoş hâtıraları var. Üsküp doğumlu şâirimizin 1899 senelerinde 15 yaşında iken Rifâî tekkesine devam ettiği bilinmektedir. Kendisi şöyle der:”Üsküp’te Rifâî şeyhi Sâdedin Efendi vardı. Taşranın bu kadar uzak bir şehrinde inanılamayacak gibi kibar, terbiyeli, ince bir adamdı (…) Rifâî tekkesi Üsküb’ün eski, güzel, ziyâretgah, çeşmeli ve şadırvanlı, oldukça zengin bir Dergâhıydı. (…) Şeyh Sâdedin Efendi güzide bir zattı. O zaman Üsküp’te yaşayan Bursalı Tahir gibi, Eşref Paşa gibi fâzıllarla görüşürdü. Onlarla tasavvuftan ve edebiyattan bahsederdi ve mutasavvıfâne şiirler neşrederdi.”28
Yahyâ Kemal o yaşlarda iken yazdığı bir kıt’ayı Sâdeddin Efendi’ye gösterip tashih ettirdiğini de söyler.29
11. BÂLÎ EFENDİ ZÂVİYESİ
Fusûsu’l-Hıkem şârihlerinden Sofyalı Bâlî Efendi (v. 960/1553) Ustrumca’da doğdu. Sofya ve İstanbul’da tahsilini tamamladı. Halveti şeyhlerinden Kasım Çelebi’ye intisab etti. Kānûnî Süleyman’ın takdir ve iltifatına kazandı; onun bazı seferlerine katılarak orduya mânevî destek verdi. Sofya yakınlarında Sâlihiye’de vefât etti ve orada defnedildi. daha sonra aynı yerde câmi ve zâviye yapıldı.30
Ekrem Hakkı Ayverdi de benzer bilgileri tekrarlar. Bulgaristan izin vermediği için mîmârî araştırmaları sırasında buraya gidilemez. Yalnız 1964’teki bir seyahati sırasında gördüklerini iki cümleyle ifâde eder: “Şimdi (zâviyenin) yerinde ufak bir kilise vardır. Müslüman, Ortodoks, Müslim ve gayrı Müslim Çingene taifesi buraya gelip adak yaptıklarını 1964’te gördü idik.”31
Yahyâ Kemal’in bir Balkan seyahatine dâir intibaları arasında şu satırlar yer alır: “Sofya’da şimdi Knojova denilen yerde Bâlî Efendi Mesîresi berbat bir varoş olmuş. Bulgarlar istîlâda Bâlî Efendi Dergâhını hemen kiliseye çevirmişler, velîyullahın türbesi de yok etmişler. Lâkin Bâlî Efendi, türbesinin bozulduğu gece papazı çarpmış, kötürüm etmiş. Tekrar mezarını açmışlar. Bulgar köylülerinin Bâlî Efendi’ye îtikādı var.”32
2000 senesinde Sofya’da bir sempozyuma katılmıştım. Bâlî Efendiyi de ziyâret ettik. Sofya’nın dışında, bir yamacın eteğinde, mâmur bir kilisenin arkasında, otlar arasında kalmış, üzeri kiremitli, harâbiyete yüz tutmuş bakımsız bir küçük binâ idi. Kapısı örtülü, küçük penceresi kapalı idi. İşte burası Bâlî Efendi’nin kabrini ihtivâ eden mekân dediler. Üzülmemek, kahrolmamak mümkün değil. Önündeki bakımlı kilise Paskalya dolayısıyla ziyâretçilerini kabul etmekteydi.33
12. GİRİD / KANDİYE’DE BEKTÂŞÎ DERGÂHI
Girit fethedildiği günden bu yana başta Bektâşiyye tarîkati olmak üzere, Halvetiyye, Celvetiyye, Mevleviyye ve Kādiriye tarîkatlerinin faâliyet gösterdiği bilinmektedir. Horasanlı Dergâhı, İbrahim Baba Dergâhı, Mağaralıköy Dergâhı, Hasan Baba Dergâhı, Resmo Dergâhı, Hindî Câfer Baba Tekkesi, Şeyh Esedüddin Hankâhı ve Cebehâne Tekkesi, Celvetî Ali Efendi Tekkesi, Hanya Mevlevîhânesi ve Karabaş tekkesi Girit’teki meşhur tekkelerdir.34
E. H. Ayverdi bu tekkelerden bir olan Derviş Ali Bektâşî Dergâhı hakkında bilgi verir. Evliyâ Çelebi’den naklen bu tekkeyi Gāzi Şehid Deli Hüseyin Paşa’nın kendi parasıyla yaptırdığını, 80 adet başı açık dervişin gece gündüz zengin fakir herkese hizmet ettiklerini söyler.
Burası da bir gāzi-dervişin hâtırasıdır. Kırşehir’de Hacı Bektaş pîr evinin postnişîni Vahdetî Efendi, bir Bektâşî müfrezesini Girid cengine yollar. Başlarında Horasanzâde Derviş Ali vardır. Derviş Ali İstanbul’a gelir 21 hazîrân 1645’te sefer heyetiyle birlikte Girid’e hareket eder.
Ordu Kandiye önünde toplandığı sırada Dedeler-Voni köyünde geçici bir Dergâh kurup âyine başlatır. Derviş Ali Efendi tāifesinin himmet ve gayretini takdir eden Gazi Deli Hüseyin Paşa, İnâdiye Kalesi’nin kuzey eteğinde bir Dergâh yaptırır ve vakfeder. Bu Dergâh 1923’e kadar varlığını devam ettirir. 280 senelik müessese, nihâyet mübâdele ile Müslümanların Girid’i terke mecbur kalması sonunda Rumlar tarafından tamâmen yıkılır.35
NETÎCE
Anadaolu ve Balkanların fethinde rol oynayan en önemli zümrelerden biri gāzi-dervişlerdi
Balkanlardaki mîmârî eserlerin tesbîtini yapan Ekrem Hakkı Ayverdi’nin bu şahıslara karşı özel bir alâkası olduğu görülür. Çünkü kendisi de bu irfan geleneğinin mensuplarındandı
Böylece onun; gönül eğitiminin, gazâ ve cihad rûhunun günümüz şartlarında tekrar hayat bulmasına hizmeti inkâr edilemez. Bu ruh Ekrem Hakkı Bey’de ilim ve araştırma aşkı şeklinde kendini gösterdi. En ücrâ yerlerdeki mîmârî eserlerimizin izini sürdü, tesbitlerini yaptı. Bu sâhada bir çığır açtı ve eserleri başta gelen referans kaynağı oldu. 40-45 sene öncesinin kısmen yetersiz şartlarında araştırmalarını yapmıştı. Ekrem Bey’in anlayışına ve rûhuna sâhip yeni sanat ve ilim âşıklarının, imkânsızlık dolayısıyla onun gidip göremediği yerleri ele almaları beklenir.
(Bu tebliğ geniş şekilde “Ekrem Hakkı Ayverdi Külliyâtında Gazi Dervişler ve Velîler” adlı makalemizin Giriş kısmı ile Balkanlarla ilgili bölümünden uyarlanmıştır Bkz. Ekrem Hakkı Ayverdi 3. Yıl Hâtıra Kitabı, İstanbul Fetih Cemiyeti yayını, İstanbul 2014, ss. 33-62)
(Balkanlarda Türk Varlığı Sempozyumu için hazırlanan tebliğ meni, 7-8 Kasım, 2015 İzmir. )
Bir yanıt bırakın