Türk milleti Müslümanlığı benimsedikten sonra, bu dinin koruyucusu ve temsilcisi oldu. Aynı zamanda dinimiz bizim ‘Türk’ kalmamızı sağladı. İslam dairesine girmeyen Türk boyları zamanla milliyetlerini kaybettiler.
Osmanlı zayıflarken Avrupa bilim ve teknolojide ilerledi. Çağı yakalayabilmek için biz de Batıya yöneldik. Tanzimattan itibaren onların usullerini benimser olduk.
Avrupa’nın sadece teknolojisini ve bilimini alalım diyenler fazla etkili olamadı. Batı zihniyeti ve dünya görüşü de bize akmaya başladı.
O sıralarda Batıda pozitif ve materyalist düşünce hakimdi, bizi de etkisine aldı. Bu görüşlerin dinle arası hoş değildi.
Batılı pozitivist değerlere sarıldıkça, bizde de dinden kopuş hızlandı. Erken Cumhuriyet Döneminde medrese ve tekkeler kapatıldı. Dini hayata baskı arttı. Bunun belki kanuni bir dayanağı yoktu ama yeni tabirle merkezden kaynaklanan bir ‘mahalle baskısı’ vardı. Orta ve üst düzey memurlar Cuma namazına gitmekten çekinirdi.
Bu ağır şartlar karşısında inançlı halk kabuğuna çekildi ve gönlü incindi.
1930’larda kurulan Serbest Fırka, dini alanda biraz serbestlik vaat edince büyük teveccüh gördüyse de üç ay sonra kapandı.
1950’deki ilk serbest seçimde DP iktidar oldu. Menderes’in, “Türk Milleti Müslümandır ve Müslüman olarak kalacaktır” sözü büyük yankı buldu.
Sonraki yıllarda Adalet Partisi ve Anavatan iktidarları aynı çizgiyi sürdürdü. Ecevit ‘tarihi yanılgı’dan söz etti. Refah ve Ak Parti hükümetleri ile dini hayat daha iyi imkanlara kavuştu.
*
Sosyal bilimciler şunu tartışıyor: Türkiye gittikçe dindarlaşıyor mu, yoksa var olan dindarlık daha bir görünür hale mi geldi? Bu sorunun henüz net bir cevabı yok. Bunun için kapsamlı ve geniş araştırmalar gerek.
Şu nokta önemli: Baskı ve fetret senelerinde, köklerimizle olan bağı kaybettik. Dini hayata dair Osmanlı tecrübesini unuttuk.
Tabiat boşluğu affetmez. 60’lı ve 70’li yıllarda bir dini kitap çeviri furyası başladı. Bunların çoğu ezik ve tepkisel dindarlığı temsil ediyordu. Bizim tarihi tecrübemizden farklı, katı ve selefi görüşlere yatkındılar.
*
Dinin özü ihlas ve samimiyettir. Osmanlı din tecrübesinde bu vardı; aşk, vecd ve estetik vardı, tasavvuf rengi ve neşvesi vardı. TRT’deki Yunus Emre dizisinde Taptuk Emre’nin temsil etiği geniş görüş vardı.
Evet dindarlık veya dinin görünürlüğü artmış olabilir. Ama bizim tarihi ve geleneksel tavrımızdan uzaklaşıldığı görülüyor. Şekil ve görünürlük öne çıkı.
Gittikçe kendi üslubumuzu kaybediyoruz. Mesela bizim, ‘İstanbul ağzı’ dediğimiz bir Kur’an okuyuş tavrımız var. Rahat, dinlendirici ve huzur vericidir. Nerdeyse bundan uzaklaştık. Arap tarzına özenti arttı. Örnek:
Sayın Tayyip Erdoğan’ın Kur’an okuyuş üslubu ile Cumhurbaşkanlığı Külliyesi imamının okuyuşunu kıyaslarsak, Erdoğan’ınki çok daha bizdendir. (bkz. Youtube)
Bir yanıt bırakın