Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ
İnsanoğlu üstün bir yaratılışa sahiptir. Onun dışındaki hemen bütün varlıklar, cansızlar, bitkiler ve hayvanlar insanın hizmetindedir. Maddî yapısı da hârikulâde olmakla beraber, insanı asıl üstün kılan ruhu, aklı, gönlü yani onun manevî yönüdür.
Aslında ansan maddî âlemle ilâhî âlem arasında bir köprü durumundadır. Onun iki önemli unsurundan biri olan bedeni madde âlemine aittir, ruhu ise nefha-i ilâhîdir. Bu sebeple insan, her iki âlemle de münâsebet hâlinde olma imkânına sahiptir.
Bu üstünlüğün bir hikmeti veya bedeli yok mudur? Burada niçin yaratıldık sorusu karşımıza çıkar. Bu sorunun cevâbını şu âyette bulabiliyoruz: “Ben cinleri ve insanları, ancak beni tanıyıp bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat, 51/56). Demek ki insanın asıl yaratılış gayesi Allah’ı bilmek ve O’na kulluk etmektir. Ayetin metninde geçen «Bana ibâdet etsinler diye» (li ya’büdûn) ifadesi, tefsirlerde “Beni tanısınlar diye” (li ya’rifûn) şeklinde açıklanmıştır1. Zira tanımadan kulluk olmaz.
Acaba nasıl bir kulluk bekleniyor? Cibrîl Hadisi’nde “ihsan” derecesinden söz edilir: “İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi kulluk etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor”2 şeklinde tarif edilir. Buradaki kulluk, meselâ namaz ve oruç gibi formel ibâdetlerin yapılış ânına inhisar etmese gerektir. Çünkü insan sâdece ibâdet ânında değil, her an “k u l“dur. Dolayısıyle her an kendim Allah’ın huzurunda hissetmek ve ona göre davranmak durumundadır.
Bu hadis İslâm’da ruhî-manevi hayâtın önemli dayanak ve hareket noktalarından biri olmuştur. Allah’ı görür gibi hareket edebilmek için; kendimizi görmemek, Allahtan’ gayri şeylerden (mâsivâ) vaz geçmek gerekir. Çünkü mâsivâdan vaz geçilmediği takdirde, bırakın Allah’ı görür gibi davranmayı, arzu ve isteklerin putlaştırılması, taparcasına onların peşinde sürüklenilmesi söz konusudur. Kur’an bu tehlikeye şöyle dikkat çeker; “Hevâ ve hevesini tanrı edineni gördün mü?” (Furkan, 25/43 ve Câsiye 45/23)
Kendini görmemek ve mâsivâdan vaz geçmek söz konusu olunca, işin zor tarafı başlıyor demektir. Bu, insanın yapısından gelen bir zorluktur. Tekrarlamak gerekirse insan, bedenle ruhun birleşmesinden, başka bir ifâdeyle madde ile mânâ karışımından ibaret bir varlıktır. Yani bir bakıma insanda zıtların birleşmesi söz konusudur.
İnsanın maddî ve manevî bakımdan mutluluğu, iyi bir kul olabilmesi, maddesi ile mânâsı arasındaki dengeyi kurabilmesine bağlıdır. Bu, aynı zamanda bedeni ile ruhu, dünyâsı ile ahireti, dünyası ile dini arasındaki denge demektir.
Ne var ki bu kurulması oldukça zor bir dengedir. Ruh ve mânâ aleyhine kolayca bozulması söz konusudur. İnsanın bedeni, bedene bağlı güçleri elle tutulup gözle görülen müşahhas unsurlardır. Belirti ve tesirleri acık seçiktir. Arzu ve istekleri kısa vâdede ve kolay netice alabilir mâhiyettedir. Dolayısıyla insan üzerindeki etkisi daha belirgin olarak görülür. İnsan canlı bir varlıktır. Her canlıda olduğu gibi ihtiyaçlarını karşılamak, neslini devam ettirmek içgüdüsüne sahiptir. Bunların sağlanması ile ilgili istek, arzu ve ihtiraslar, mayasına biraz da fazlasıyle konmuştur. Aslında bu tabiî bir durum, hattâ bir tabiat kanunudur.3
İşte insanın, yapısındaki bütün bu özelliklerden dolayı, kolayca madde mânâyı beden ruhu, dünyâ âhireti mağlûb edip devre dışı bırakabilir. Bu sebeple, insandaki ruhun, manevî cihetin kollanması şart oluyor. Bu kollama işini de din kurumu üzerine almıştır. Yukarıda insanın mutluluğunun, bu iki unsur arasındaki dengede olduğunu söylemiştik. İslâm kültürüne göre yapılan din tariflerinden birinde bu mutluluk mühim bir amaç olarak dikkati çeker: “Din, insanların dünyâ ve âhirette mutluluğunu sağlamak için Allah tarafından konmuş bir kanundur.”4
Bedenle ruh, madde ile mânâ, dünyâ ile ahret, dinle dünya arasındaki dengeyi sağlayabilmek için İslâm dîninde bir takım esaslar yer alır: Zühd, Tevekkül, Kanaat, Cömertlik vb. gibi. Zühd konusu üzerinde biraz duralım.
Zühd, lügatte bir şeye rağbet etmemek, küçümseyip terk etmek, yüz çevirmek demektir. Terim olarak zühd ise, bu yolun mensubunun dünyaya ve eşyaya, kısaca Allah’tan gayri şeylere, yâni mâsivâya karşı takındığı dikkatli, hattâ olumsuz diyebileceğimiz tavrı ifâde eder. Geçici şeylere ve dünyânın malına mülküne önem vermemek, âhireti dünyâya tercih etmek demek olan zühd anlayışına Kur’an’da çokça yer verilir:
“Bilin ki dünyâ hayâtı oyun ve eğlenceden, süsten, aranızda övünme ve böbürlenme aracı olmaktan, mal ve evlât çoğaltma yarışından ibarettir. Oysa dünyâ hayâtı bir yağmura benzer ki, bitirdiği nebatlar çiftçilerin hoşuna gider, sonra kuruyuverir, bakarsın sararıp solmuş un ufak olmuş, dağılıp gitmiştir (…) Dünyâ hayâtı ancak bir aldanıştan ibarettir” (Hadîd, 57/20).
“Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünyâ hayâtının geçici nimetleridir. Asıl varılacak güzel yer Allah katındadır” (Al-i Inrân, 3/14).
“Bu dünyâ hayâtı bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise gerçek hayâtın tâ kendisidir” (Ankebut, 29/64)
Hz. Peygamber’in ve ashabının yaşayışı oldukça zâhidâne idi. Tarihçiler onların bu hallerini överler.5 Peygamberimiz, daha peygamberlikten önce başlayan riyazet ve tefekkür hayâtını ömrünün sonuna kadar devam ettirmiştir. Onun alçak gönüllülüğü, kıt kanaat yiyip içmesi, cömertliği, fakirliği zenginlikten çok sevdiği, bilhassa Hadis kitaplarının ilgili bölümlerindeki malzeme ile çok iyi anlaşılmaktadır. O, bulamadığı için değil, fakat dünyevî şeylere kıymet vermediği için zâhidâne yaşayışı tercih ediyordu, Şöyle diyor: “Kul veya melik bir peygamber olmak arasında muhayyer bırakıldım. Cebrail bana tevazu göstermemi işaret etti. Dedim ki, hayır kul peygamber olacağım, bir gün doyar bir gün aç kalırım.”6
Ashabına da dünyâya kapılmamayı söyler; nafile namaz, zikir, tevekkül sabır ve tevbe ile Allah’a yaklaşmalarını tavsiye ederdi. Hadis kitaplarının Zühd, Rikak, Birr, Tevbe gibi bölümlerinde zâhidliğe teşvik eden bir çok hadis yer almaktadır:
«Dünyâda zâhid ol ki Allah seni sevsin, insanların elindeki şeylere karşı da zâhidce davran ki onlar da seni sevsin»7
«Dünyâya karşı zâhid olan ve az konuşan besini, gördüğünüz vakit, ona yaklaşınız. Çünkü o hikmet telkin eder.”8
«Benimle dünyânın misâli bir ağacını gölgesinde bir süre dinlenip sonra da kalkıp giden bir yolcunun hâline benzer.»9
«Ahirete göre dünyânın değeri, parmağı denize daldırınca, üzerinde kalacak deniz suyunun mikdârı kadardır.»10
«Paraya pula kul olanın burnu yere sürtülsün»11
«Zenginlik, mal mülk çokluğu değildir, fakat asıl zenginlik gönül zenginliğidir.»12
Peygamberimizin ashabının da mâsivâya değer vermedikleri, son derece sâde yaşadıkları bilinmektedir Çoğunluk itibariyle onlar da zühd ve takva yolunu seçmişlerdi. Bunlardan bir zümrenin Hz. Peygamberle birlikte, uzun gece ibâdetleri yaptıklarını şu mealdeki âyetlerden anlıyoruz: «Seninle beraber bir topluluk da böyle yapar» (Müzzemmil, 74/20) «Geceleri az uyurlardı, seherlerde istiğfar ederlerdi” (Zâriyat, 51/17-18).
Hz. Peygamber ve sahabe devrinde ruhlara hâkim bulunan, bariz özelliği Allah, korkusu ve âhiret sevgisi olan ve «İslâm zühdü» diye ifâde edilen anlayış ve tavır, İslâm’daki tasavvuf hareketinin başlangıcını teşkil etmiştir.13
Sahabe devrindeki zâhidlik anlayışı bazılarınca çok aşırı hâle getirildiği vakit, bizzat Hz. Peygamber tarafından mâkul bir çizgiye indiridirilirdi.14 Peygamberimizden sonraki devirlerde zühd hareketi gittikçe şiddetlenerek devam etmiştir. Bir takım psikolojik ve sosyal âmillerin de bu konuda rolü olduğundan söz edilir. İslâm topluluğunun sür’atle genişlemesi, bunun sonucunda karşılaşılan çesitli kültür ve medeniyetler; siyâsî kavgalar ve savaşlar sırasındaki sosyal hâdiseler, idarecilerin baskı ve zulümleri, lüks ve konfor dükünlüğü, müslüman halkta zâhidliğe eğilimi arttıran sebepler olarak görülür.
*
Acaba hem olgun bir dînî hayat yaşamanın hem de dış dünyâ ve maddî hayatla yeterince ilgilenmek mümkün müdür? Böylece, sözünü ettiğimiz madde-mânâ din-dünya dengesini kurabilir miyiz?
Şunu hemen belirtelim ki, Kur’ân âyetlerine göre bu dengenin kolaylıkla kurulduğunu göstermek mümkündür. Yukarıda mealini verdiğimiz âyetlere göre, Kur’an’ın dünyâ hayâtına, mal ve çocuklara pek de iyi gözle bakmadığı söylenebilir. Gerçekten, dünyânın bir oyun ve eğlenceden ibaret ve asıl hayâtın âhiret yurdunda olduğu, yağmurdan sonra yeşerip de zamanla kuruyuveren otlar durumunda olan dünyâ hayâtına aldanmamak gerektiği ifâde edilir. Böylece dünyânın, geçici ve boş olduğu söylenerek yerildiği görülür. Ama aynı Kur’an’da zekât, sadaka,yardımlaşma, cihad ve düşmanın silâhıyla silâhlanma üzerinde de durulur. Bu meselede şu âyet dikkati çeker:
“Allah’ın sana verdiği şeylerle âhiret yurdunu gözet. Dünyâdan da nasibini unutma. Allah’n sana yaptığı gibi sen de iyilik yap...» (Kasas, 28 /77) 15
Mal mülk ve çoluk çocuk dünyâ nimetleri içerisinde başta gelenlerdendir. Şu iki âyet bu konuda birbirine zıt gibi görünmektedir: «Doğrusu mallarınız ve çoraklarınız bir imtihan/fitnedir.” (Teğâbün, 64/15). «Mal ve oğullar dünyâ hayâtının süsüdür» (Kehf, 18/46).
Demek ki, mal ve evlât bazan imtihan (fitne), bazan da hayâtın süsü durumundadır. Fakat asıl olan kalb-i selimdir: «O gün ne mal ne de evlât fayda vermez, ancak selîm kalble gelenler müsnesnâ” (Şuarâ, 26/88). Bu konudaki dengenin sırlarını, yâni mal ve çocukların verebileceği zararları bertaraf edip kalb-i selimle gidebilmenin yollarını da şu iki âyette bulabiliyoruz:
“Ey inananlar, mallarınız ve çocuklarınız sîzi Allah’ı anmaktan alıkoymasın böyle olanlar hüsrana uğrayanlardır» (Münâfikun 63/9.)
«Öyle kimseler ki ne ticâret ne alım-satım onları Allah’ı anmaktan alıkoymaz» (Nur, 24/37).
Bu son iki âyete göre, dünyâ hayâtının sembolü olarak görebileceğimiz çoluk çocuk, ticâret ve her türlü alış veriş, hakkında şunu söylemek mümkündür: Bütün bunlar, insanla Allah arasında perde olmadığı, insanı Allah’tan alıkoymadığı takdirde bir değer ifâde ederler. Aksi halde kişiye zarar verirler.
Acaba terk edilmesi veya yüz çevrilmesi istenen dünyâ ile kasdedilen nedir? Her şeyden önce şunu belirtmeliyiz ki, zühd konusu olan ve terk edilmesi gereken «dünyâ», arz yâni üzerinde yaşadığımız toprak parçası veya yer yüzü demek değildir. Ebû Tâlib el-Mekkî, (ö. 386/996), ilgili âyetlerin yorumunu yaparken bunu şöyle açıklar:
«Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşıaşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünyâ hayâtının nimetleridir» (Al-i Imrân, 3/14). Burada yedi şeye aşırı sevgi beslemek söz konusudur ki bunlar, devrin icaplarına göre fizyolojik ve maddî hayat için gerekli olan şeylerdir. Ayette bu yedi şey kısaca dünyâ(metâu’d-dünyâ) olarak ifâde edilmektedir. Bunun da esâsı, aşın sevgi beslemek (hubbü’ş-şehevât) tir. Demek ki ihtiyaç maddeler dünyâ değildir, çünki zarurîdir Bunlara kargı duyulacak istek dünyâ sayılmaz.16
Hadîd sûresinin 20. âyetinde ise dünyânın beş özelliğine işaret edilir: «Bilin ki, dünyâ hayâtı oyun eğlence, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir.» Sonra bu beş şey iki olarak hulâsa edilir: «Dünyâ hayâtı bir oyun ve eğlenceden ibarettir» (Ankebût, 29/64). Oyun ve eğlence (Leıbün ve lehvün) ifâdelerini de bire indirmek mümkündür ki bu da hevâ ve heves (hevâ)’dır. Bu izah şu âyetlere dayanmaktadır: «Artık kim azıp dünya hayâtını seçerek tercih etmişse her halde onun varacağı yer cehennemdir. Kim de Rabbiniıı makamından korkup nefsini hevâ ve hevesten alıkoymuşsa, şüphesiz onun varacağı yer cennettir» (Nâziât, 79/37-41). Demek ki dünyâ, hevâ ve hevese uymak ve her konuda onun peşinde koşmaktır. O halde zühd demek her bakımdan hevâ ve hevese aykırı davranmak demektir.17
El-Mekkî’nin bu izahlarından anlaşıldığına göre, yüz çevirilmesi ve terk edilmesi gerekendünya‘dan maksat aşırı ihtiraslar (hubbü’ş-şehevât) ve nefsin istekleri (hevâ) demek oluyor. Bir başka ifâdeyle “Dünyâ nefsin hazları demektir, mal mülk ve para demek değildir.»18 O halde kötülenen, dünyâ hayâtı değil bu hayâtın hevâ ve heves uğrunda kullanılmasıdır.19 Sûfî müfessir Bursevî benzer fikre sahiptir: Çalışıp kazananlar, çarşı pazar esnafı vb. iyi niyetle ve takva ile kulların işlerini yapıyorlarsa, bu sebeple nail olacakları şey ancak sevaptır. Böyle bir dünyâ işi kötülenecek bir şey değildir. Aslında dünyâyı kötüleyen kendi annesini kötülemiş demektir. Zira dünyâya nisbet edilen bütün kötülükler onun işi değil çocuklarının işidir. Kötülük dünyâya âit değil, onu işleyen kula aittir. Dünyâ insanın bineğidir. Unutmamalı ki âhiret de bu dünyâda kazanılır.20
*
Aslında yukarıdaki âyetlerde (Âl-i Imrân, 14 ve Hadîd, 20) insanın yaradılışında, mayasında var olan bir eğilime ve ihtirasa işaret edilmektedir. İnsanoğlu kadın, evlât, altın, gümüş vb. her türlü dünyâ varlığına düşkündür. Kolay kolay gözü doymaz. Kendisine «Bir vadi dolusu altın verilse ikincisini ister, ikincisi verilse üçüncüsünü ister. Onun gözünü ancak toprak doldurur,»21
Ayrıca çalışıp kazanmak, helâlinden yemek ve giymek de güzeldir «Allah, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmekten hoşlanır.»22 «De ki Allah’ın kullan için yarattığı zînet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?» (A’raf, 7/32) buyrulur. Fakat aynı sûrenin bir evvelki âyetinde «Yiyiniz, içiniz israf etmeyiniz!» denmektedir.
Demek ki Kur’ân’m gayesi terk değil, aşırılık ve düşkünlüğü önlemektir. Çünkü dünyâ iştirası insan ruhunu karartır. İnsanı mutlu edecek şey, yakasını bu ihtirastan kurtarıp Allah sevgisini hedef almaktır.23 Gazali dünyevî ihtirasların esîri olan kimseyi ipek böceğinin hâline benzetir: Bu böcek diri iken durmadan kendi üstüne koza örer, sonra içinden çıkmak istese de başaramaz, orada ölüme mahkûmdur. Dünyâ arzularımı peşinde koşan kimse de böyledir. Arzu ve isteklerinin zinciri ile kalbini sıkıca bağlamıştır. Bu bağlan koparması çok ıstırap verici olur.24
*
Hem dünyâ hayâtını yaşamak, hem de zâhidâne davranmak konusu uzun uzun tartışılmıştır. Madem ki zühd mâsivâyı terktir; bir insan hem zâhidâne davranmak, hem de günlük hayatını yaşamak istese bir çelişki içine düşmeyecek midir? Zâhidlikle yiyip içmek, halkın arasına karışmak nasıl telif edilecektir, bunların hepsi mâsivâ değil inidir? Gazâlî bu soruyu şöyle cevaplandırır:
Dünyâdan yüz çevirip Allah’a yönelmek, kalbin bütünüyle zikren ve fikren O’na yönelmesi demektir. Bu da ancak hayatiyetini devam ettirmekle mümkündür. Hayâtın devamı zarurî ihtiyaçların karşılanması ile mümkündür. Haddi aşmaksızın ve ibâdet için bedenden istifâde niyetiyle onu beslemek «mâsivâ meşguliyeti» sayılmaz. Hedefe götüren vâsıta da hedeften sayılır. Gazali bu konuda şu örneği verir:
Hac yolculuğunda devesinin yemi ve suyuyla meşgul olan kimse hacdan yüz çevirmiş sayılmaz. Beden, hac yolculuğundaki deve yerindedir. Yolculuk sırasında deveyi yedirip içirmekten maksat onu lezzete boğmak değildir. Dolayısıyle ihtiyaç mikdârı ile yetinip yiyip içmek, giyinmek, mal mülk edinmek de maddî lezzet, hevâ ve heves peşinde koşmak için olmayıp, kulluk içindir. Dolayısıyle bu kadarı zühde zıt olmayıp, hattâ zühdün şartıdır.25
Bütün bunların ışığında ideal dünyâ anlayışı için, çağımızın bir düşünürü ile birlikte şöyle diyemez miyiz: Dünyâ, madde ve eşya olarak mutlaka uzağında durulması gereken bir nesne değil; ancak gurur, kibir ve büyüklerime vesilesi olan yönü ile kulu Tanrı’dan uzaklaştırdığı ölçüde red ve inkârı gereken bir varlıktır. Kısacası «dünyâ» dışta değil içtedir.26
Mâsivâyı yenmek, ondan kaçarak değil, durup dinlenmeden onunla uğraşıp pençeleşmekle mümkün olur Bu, Hz. Peygamber’in de teşvik ettiği bir anlayıştır: “İnsanlar içine karışıp da onlardan gelecek; sıkıntılara katlanan müslüman, insanlara karışmayıp onlardan gelecek sıkıntıya sabretmek durumunda olmayan müslümandan daha hayırlıdır.»27
O halde «dünyâ, ister, Tanrı varlığının tecellîsi ister türlü kötülükleri göğüslenecek bir hasım olarak alınsın, îman ehli için atlanıp geçilecek durak değil, kâh tecellî ve neşvesini tadarak, kâh mâsivâ tarafıyla boğuşarak içinden bir adım sıyrılmamak gereken bir varlık görünümündedir.»28
Bu konuda en güzel ifâdelerden biri: Mevlânâ Celâleddin (672/1273)in Mesnevi’ sinde yer alır. Mevlânâ’nm verdiği örnek gayet canlıdır: “Dünyâ nedir? Allah’tan gafil olmaktırKumaş, para, ölçüp tartarak ticaret etmek ve kadın dünyâ değildir Suyun gemi ipinde olması geminin helâkidir. Geminin altındaki su ise gemiye, geminin yüzmesine yardımcıdır.»29Yani hayat gemisinin yüzmesi için dünyâ ve madde suyu mutlaka lâzımdır. Fakat onu geminin içine (kalbe) sokmamak gerekir.
İşin derûnî tarafını ihmal edip, zâhidliği sâdece maddî mânâda terk olarak ele almak, beklenen müsbet sonucun tam tersi bir duruma da yol açabilir: «Malı mülkü terk etmek zâhidlik alâmeti değildir. Bu bazan mahrumiyet içinde ve zâhidâne yaşamak görüntüsü yoluylaövünmek için de yapılır.»30 Türk mutasavvıflarınd
Demek ki gerçek zühd, kulun Allah ile meşgul olmasına mâni olan ve onu Allah’tan alıkoyan şeyi terk etmektir.32 Bu tarif, «Ey inananlar, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın» (Münâfikun, 63/9) âyetine de tıpatıp uymaktadır.
*
Burasının bir adı da “imtihan dünyası”dır. İmtihan kabaca mihnet, sıkıntı anlamına da gelir. Sözlükte ise “sınamak”, “bir şeyin hakikatini kavramak için gösterilen dikkat” demektir. Kur’an’da “Allah onların kalblerini takvâ ile imtihan etmiştir” (Hucurat 49/3) buyrulur.
En büyük imtihanlardan birisi dünya ve madde karşısındaki tutum ve tavırdır.
İnsan tam da bir yol ağzında bulunur. Hangisine daha çok önem vereceğiz? Ebedî olduğuna inandığımız âhirete mi, yoksa hemen yanımızdaki her an içinde yaşadığımız dünyâya mı? Birisi ebedi, sonsuz, ötekiyle iç içeyiz, onsuz yapamayız. Kırk katır mı, kırk satır mı? Oldukça zor bir seçim.
Doğrusu Allah bu kadar zâlim değildir. İnsana “imkânsız”ı teklif etmiş olamaz.
Madde caziptir, o alanda daha kolay sonuç alınır. Çünkü somuttur, elimizin altındadır. Bu câzibesinden dolayı dengenin madde lehine bozulması daha kolaydır. O bakımdan manevî tarafın kollanıp gözetilmesi gerekir.
Ölçü şu olacaktır: İyi bir müslüman her türlü maddî, sınâî, ticârî faaliyet ve çalışmanın içinde bulunabilir, bulunmalıdır. Ancak hiçbir zaman mala, paraya, servete taparcasına bağlı olmamalıdır. Şüphesiz bu bir iç eğitimini gerektirir. Doğru din anlayışının, doğru dindarlığın önemi bu noktada karşımıza çıkar.
Kazanmaya, çalışmaya teşvik edilen insan başıboş bırakılmış değildir. “Zenginlik içinde iftikar” diye bir ifâde vardır. Madden ne kadar zengin olursa olsun, kişinin aczini, Allah’a muhtaçlığını hiçbir zaman unutmadan hareket etmesi demektir.
Gönül adamları din ve dünya dengesini “el işte gönül Hak’ta olmak” veya “el kârda gönül yârda olmak” şeklinde formüle etmişlerdir.
Şu tarz düşüncenin oldukça yaygın bir anlayış olduğunu söyleyebiliriz: “Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz.”
Şuna benzer ifâdelere sıkça rastlarız: “Son derece çetin ve acımasız olan ekonomik hayatın içinde söz sahibi olabilmek oyunu kurallarına göre oynamak gerekir. Ne yazık ki kuralları koyan biz değiliz. Bu dünyanın içine iyice dalarsan pisliğe bulaşman mukadderdir. Ya bu durumu göze alacaksın. Ya da uzağında duracaksın..”
Banlar acaba ne kadar doğrudur?. Gerçeklik payı fazla. Ama bu yoldaki engeller aşılamaz değil.
Bir çıkış yolu olmalı. Evet var ama uygulaması zor. Zoru başarmak güçlü ve inanmış insanların işidir. İnancımızı ve kültürümüzü temsil ederek bugünün ve geleceğin dünyasında söz sahibi olmak istiyorsak güçlü olmağa mecburuz.
Ölçü basit: “El kârda gönül Yar’da”, “El işte gönül Hak’ta olmak.”33
şöyle ikaz etmiştir: «...Senin üzerinde nefsinin hakkı vardır, eşinin hakkı vardır. Bazı günler oruç tut, bâzan tutma. Gecenin bir kısanında namaz kıl, ama bir kısmında uyu.» Bk. Buhârî, Teheccüd, 20; Müslim, Sıyam, 35.
olsa, bu mülk gözünde hiçbir şey değildir. Şu halde kalbini Min Ledün ululuğunun havasıyla doldur, ağzım da bağla mühürle.”
Bir yanıt bırakın