Cemiyetimizde din, bireysel ve toplumsal bakımdan en etkili dinamiklerden birisidir. Din, kültürümüzün temel ve belirleyici esaslarının başında gelir. Modern çağlarda dîne ihtiyaç olmayacağı düşüncesi modası geçmiş bir yanılgıdır. İslâmiyet bin yıldan beri kültür ve düşünce hayatımız bakımından genlerimize kök salmış durumdadır.
Mehmet DEMİRCİ
Prof. Dr., Dokuz Eylül Üni. İlahiyat Fak. Emekli Öğretim Üyesi
Kültürün başlıca tariflerinden biri, “Bir milletin inanç, fikir, sanat, âdet ve geleneklerinin, maddî ve mânevî değerlerinin bütünü” şeklinde ifade edilir. Aynı sözlükte tasavvuf ise şöyle tanımlanmış: “İnsanın, Allah’ın birliğinin zevkini bütün benliğinde hissederek kendi iç âleminin derinliklerine ve dış âlemin sırlarına ermek için tâkip ettiği düşünce ve amel sistemi; yaratılış, bu âlem ve ölümden sonrası üzerindeki düşünüş ve inanış yolu; İslâm’ı ve îmânı kulluğun gerektirdiği şekilde ahlâkı, özü ve rûhu ile yaşama disiplini.” (bkz. Kubbealtı Lugati)
Dikkat edilirse tariflerde “inanç, fikir, maddî ve manevî değerler” gibi ortak unsurlar yer almaktadır. Tasavvuf her şeyden önce dînin, İslam’ın bir tezahürü, bir anlaşılış ve yaşanış biçimidir. Kültürler ise geniş çapta dinle iç içedir.
Cemiyetimizde din, bireysel ve toplumsal bakımdan en etkili dinamiklerden birisidir. Din, kültürümüzün temel ve belirleyici esaslarının başında gelir. Modern çağlarda dîne ihtiyaç olmayacağı düşüncesi modası geçmiş bir yanılgıdır. İslâmiyet bin yıldan beri kültür ve düşünce hayatımız bakımından genlerimize kök salmış durumdadır. Kişi ve toplum olarak kendimizi ondan soyutlayamayız. Buna lüzum da yoktur. Hemen hemen bütün dünyada din ve mistisizm “yükselen değerler” arasında başta gelmektedir.
Milletimizin İslâm dinine girişinden bu yana etkisinde kaldığı en önemli akım, tasavvuftur. Bugün milletler arası alanda kendileriyle iftihar ettiğimiz kişiler tasavvuf kültürünün meyveleridir. Mevlânâ’yı yetiştiren çevre tasavvuf muhîtidir.
Kültür ve sanat tarihimizde bu tarîkatten etkilenmeyen şair, mûsikişinas ve sanatkârımız yok gibidir. Mevlevîliğin âdap ve erkânı, dergâhın dışına da taşarak insan ilişkilerinde zerâfet ve alçak gönüllüğü yaymıştır. Dolayısıyle tarîkat sadece insan-tanrı ilişkilerinde değil, insanların birbiriyle münasebetlerinde, hattâ insan-eşya ilişkilerine varıncaya kadar geniş bir alanda olumlu etkilere yol açmıştır.
Güzellik ve estetik duygusu, hayata anlam ve renk katar. Bu duyguya sahip olanlar yaşadıkları çevreyi, kullandıkları eşyayı en güzel biçimde şekillendirmeye gayret ederler. Bir kapı, bir duvar, kaşık, fincan, kap kacak, kalem, kılıç velhasıl her türlü eşyayı kaba ve gelişi güzel değil, zarif, ince ve estetik boyutlar içinde yaparlar. Böylece “güzellik” fikrini canlı biçimde hayata geçirirler. Bu anlayış bizim kültür geleneğimizde var olan bir özelliktir.
İşte bu gelenek daha çok tasavvuf çevrelerinde, dergâhlarda, tekkelerde vücut bulmuştur. “Allah güzeldir, güzelliği sever” hadisi bizde güzel sanatlara ilham veren düsturdur. Güzel sanatlar daha çok tekke çevrelerinde gelişme imkânı buldu. Hat, tezhib, şiir, musiki dergâh ortamında yaygınlaştı. Mevlevi dergahları devirlerinin birer musiki konservatuvarı işlevi gördü. Tarihimizdeki büyük musiki üstadları tasavvuf muhitlerinde yetişti.
Tasavvuf düşüncesinin temel dayanaklarından biri Cibril hadisindeki “İhsan” kavramıdır. İhsan “hüsn” kökünden gelir. Hüsn güzellik, güzel, iyi anlamına gelir. Yaptığı işi iyi ve güzel yapmak bir iman ve ahlak borcudur. Tasavvuf eğitimi bunu sağlar. Bir tasavvuf kurumu olan “Fütüvvet” anlayışında “yaptığı işi insanlardan önce Allah’a beğendirme” ilkesi geçerlidir. Ahilik ve fütüvvet ahlâkı bunu gerektirir. Bu bir kültür değilse nedir?
Gölpınarlı’nın “Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri” adlı kitabı tasavvuf-kültür ilişkisinin ete kemiğe bürünmüş örneklerinden biridir.
Şurası muhakkak ki, tasavvufun pratiği değilse bile fikrî ve kültürel yönü, bizim düşünce ve sanat hayatımızda son derece etkili olmuştur. Bunun tezâhürlerini bilhassa edebiyatımızda görürüz. O bakımdan, tasavvuf inanış ve düşüncesi belli ölçüde tanınmadan, şâir ve sanatkârlarımızı yeterince anlamamız mümkün değildir. Tasavvuf düşüncesini tanımak ve o dünyanın kavram ve terimlerini doğru anlamak, zengin kültür mirasımızı kucaklayabilmek için de gerekli şartların başında gelir.
Dîvan edebiyâtının hemen bütün şairleri, İslâmî ilimleri ve ortak medeniyetin her türlü fikir ve bilgilerini tanıdıkları gibi, tasavvuf kültürünü de o ölçüde, hatta daha fazlasıyla biliyorlardı. Bu kültürle eserler veriyor, şiirler söylüyorlardı. Din dışı şiirlerde bile tasavvufun zengin mânâlı kelime, deyim ve terimlerinden çokça istifâde edilmiştir. Meselâ beşerî aşkları dile getirirken, onları tasavvufun mecazlarıyla süslemek veya hüner olsun diye tasavvuf perdesiyle gizlemek yoluna gidilmiştir. O bakımdan tasavvufla hiç alâkası yokmuş gibi görünen kişilerde ve şiirlerde dahi az veya çok, tasavvuf sâhasının tesirlerine ve izlerine rastlanır. Esasen edebiyatla ilgisi bakımından tasavvuf, bir ortak kültür haline gelmiştir. O bakımdan tasavvuf inanış ve düşüncesini belli ölçüde tanımadan bizim edebiyâtımıza âit mahsulleri tam olarak anlamak mümkün değildir.
*
70 yıllık Sovyet hâkimiyeti bugünkü Asya Türk Cumhuriyetleri halklarına çok şeyi unutturmuştur. Şu farkla ki, bazı yerlerde şeyh torunları geleneği devam ettirebilmişlerdir. Dini uygulamalar geniş çapta unutturulmuştur. Fakat dikkati çeken bir husus, kutsal mekânların, türbelerin, tarîkat ileri gelenlerine ait kabirlerin çokça ziyaret edilmesidir. Ahmet Yesevi Türbesi’nin yakınında birkaç saat geçiren kimse bunu fark eder. Bu durum bile, tasavvuf kültürünün ve milli geleneğin belli ölçüde yeni nesillere taşınmasında yardımcı olmaktadır.
Manisa’nın gelişmiş ilçesi Akhisar Ayvaz Dede’yi sahiplenmiştir. Dede’nin Akhisar’dan Bosna’ya gittiğini söylerler. Burada çok sayıda Bosna ve Balkan kökenli vatandaşlarımız vardır. Onların da etkisiyle Bosna ve Ayvaz Dede ile önemli bir kültür köprüsü kurulmuştur. Şenliklere resmi zevatla birlikte her yıl artan şekilde kalabalık gruplar katılmaktadır. Akhisar’da yeni açılan okul ve câmilere “Ayvaz Dede” ismi verilmektedir.
Kula’daki Tapduk Emre Türbesi arazide tek başına bir yapı. Her yıl Eylül başlarında burada törenler yapılmaktadır. Ben birkaç sene ara ile ikisine katıldım. Her geçen yıl iştirak artıyor. Tamamen mahalli imkânlarla, çevre belediyelerin ve bazı sivil toplum kuruluşlarının organizasyonuyla hazırlanan bir faaliyet. Bütün gün meydanda kazanlar kaynıyor. Duyup gelen herkese doyuncaya kadar yemek ikram ediliyor. Çeşitli yerlerden gelen insanlar görüşüp konuşuyor, halleşiyorlar. Tapduk ve Yunus Emre’yi ziyaret edip fatihalar gönderiyorlar. Resmi erkânın da katıldığı kültürel faaliyetler oluyor. Böylece devlet-millet kaynaşmasının güzel bir örneği yaşanıyor. Yunus Emreler, Tapduk Emreler irşad ve himmet ellerini günümüzde de sevenlerine uzatmaya devam ediyor.
*
Türk kültür ve medeniyetinde Mevlânâ, Hacı Bektaş, Hacı Bayram ve Yûnus Emre gibi bütün insanlığı sevgi ile kucaklayan ve birleştiren ruh adamlarının, velîlerin büyük rolü vardır. Her Türk şehrinde hatta kasaba ve köyünde bir veya birkaç velî yatar. Bâzan da Yûnus Emre ve Sarı Saltuk misalinde olduğu gibi, aynı şahsın birden fazla yerde makam veya türbesi bulunur. Bu manevi kuvvet temsilcilerine halk büyük saygı duyar. Onlara ait pek çok efsane ve kerâmet anlatılır. Bu menkıbeler kahramanlık, doğruluk, insan sevgisi ve benzeri fazîletlerin nesilden nesile aktarılmasında bir araç vazifesi görür. Toprağı bu nevi insanlar ve onların hikâyeleri kutsallaştırır. Bundan dolayı, onların tarihî ve mânevî fonksiyonlarını anlayarak, herkes kendi seviyesine göre onlara değer vermelidir. Mehmet Kaplan’ın da dediği gibi: “Batı medeniyeti eski Türk velîlerinin kerâmetlerinden çok daha akıl almaz, saçma hikâyelerden ibâret olan Yunan mitolojisine dayanır. XX. yüzyılın akılcı ve maddeci görüşüyle, Türkiye’yi asırlardan beri kutsallık duygusuyla yaşatan ve koruyan velîleri inkâr ve ihmal edersek, pek büyük bir şeyi kaybetmiş oluruz.” İşte, bütün insanlığı kucaklayan sevgi anlayışıyla Yûnus Emre de, bu velî-san’atkârların başında gelmektedir.
*
Tasavvuf kültürü toplumun farklı kesimlerini birleştirici bir işleve de sahiptir. Tekkelerde söylenen ilahi, nefes ve nutuklar bir hayli yekun tutar. Bunların güfteleri de besteleri de etkileyici ve zengin anlama sahiptir. Günümüzde Alevi-Bektaşi çevrelerinin ellerindeki güfte kitaplarına, halk türküleri metinlerine bir göz atarsak görürüz ki bu güftelerin çoğu tekkelerde okunan ilahi sözleridir. Bu sevinilecek bir durumdur. Araları bozulmak istenen zümrelerin aynı ortak paydada birleştiklerinin çoğumuz farkında değiliz.
İsmail Kara ile bitirelim: “Bir metin bir şiir, bir beste hem türkü hem ilâhi hatta hem de şarkı olur mu? İnternete bakarak ‘Ben melâmet hırkasını kendim geydim eğnime’ ilâhîsini, türküsünü, şarkısını dinleyin lütfen Neşet Ertaş’tan, Kani Karaca’dan, Müzeyyen Senar’dan meselâ, bakalım hangisini beğeneceksiniz? Hangisi daha dinî yahut dünyevî?! Böyle bir ayırım var mı? Büyük Yunus’un ‘Dağlar ile taşlar ile…’ nutkunu Elnare Abdullayeva’dan hiç dinlediniz mi?.”