Sâmiha Ayverdi (1905-1993) ömrünü yazmakla geçirmiş bir mütefekkir yazarımızdır. Bugüne kadar çıkan 50’ye yakın kitabında hâkim fikir tasavvuf inanışıdır. Onun rûhî ve mânevî gelişmesi, şahsiyetinin teşekkülü, Ken’an Rifâî’nin (1867-1950) irşadları ile oldu.
Bilindiği gibi tasavvuf hayâtı geniş şekilde tekke ve dergâhlarda yaşanmakla beraber, bu kurumların kapanmasıyla, fikir ve inanç yok olacak değildi. İşte Sâmiha Ayverdi’nin hizmeti ve Türk tasavvufundaki yeri burada kendini göstermektedir. O hemen hemen bütün eserlerinde, mürşidinden öğrenip hâl edindiği tasavvuf inanış ve düşüncesini başarıyla anlatmış, zengin bir kültür ve inanç malzemesinin günümüz insanına aktarılıp tanıtılmasında bir köprü vazîfesi görmüştür.
O, dergâhların kapalı olduğu devirlerde, tasavvuf kültürünü kitaplarında yaşattı. Eserleri, yazıları, konferansları, sohbetleri ve bilhassa örnek davranış ve ahlâkıyla, tasavvufun asıl gayesi olan olgun ve ahlâklı insan tipini bıkıp usanmadan ortaya koydu. Nasîbi olanlar bütün bunlardan bol bol faydalandılar. O, klâsik anlamda bir “şeyh” değildi. Ama mâneviyat, ahlâk ve kemal yolunda bir rehberdir, bir mürşiddi.
Mürşid, irşad eden demektir. Kubbealtı Lugatı’na göre irşad: “Mânen aydınlatma, hak yolunu gösterme, gafletten uyandırma, uyarma” demektir. İrşad vasıtalarından biri de mektuplaşmadır.
*
İnternetin bulunmadığı, telefonun yaygın olmadığı devirlerde en önemli haberleşme vasıtası mektuptu. Tasavvuf kültürümüzde mektuplaşma irşad ve öğretim imkânlarından biridir. “Mektûbat”ıyla ünlü birçok âlim ve mutasavvıf vardır.
Sâmiha Ayverdi de çok mektup yazanlardan biridir. Hiçbir mektubu cevapsız bırakmadığını kendisi ifâde eder. Onun mektuplarından bir kısmı evvelce yayımlandı.[1] Son günlerde ise tek bir şahsa yazdığı mektupları kitap hâlinde çıkmaya başladı. Bunlardan ilki Ayverdi’nin Belkıs Dengiz’le ola mektuplaşmalarıdır.[2] Kimdir Belkıs Dengiz?
İsmail Beşe, Selânik’den mübadele sırasında Türkiye’ye gelen bir ayakkabı ustasıdır. Kendisi aynı zamanda Kādirî şeyhi olup bu özelliğini hiçbir zaman açığa çıkarmamıştır.
İşte bu zat, bundan altmış beş sene evvel 1950 yılının Temmuz ayı başlarında bir gün Sâmiha Ayverdi’nin kapısını çalar. Kitaplarını okuduğu ve kendisini çok takdir ettiği Ayverdi’den değişik bir talepte bulunur. Çapa İlköğretmen Okulu’nu bitiren kızı Belkıs’ı ona emânet etmek istemektedir. Ayverdi ise çok sevdiği Hocasını birkaç gün önce kaybetmiştir. Bu mes’ûliyeti üzerine alacak gücü kendinde bulamaz. Fakat İsmail Beşeli kısa bir müddet sonra bu defa kızı Belkıs ve hanımı ile gelerek talebinde ısrar eder, “Allah aşkına, Vâlide Sultan hürmetine kızımı geri çevirme” der. Artık bu teklifi reddedemeyen Sâmiha Ayverdi kalkar Belkıs’ın boynuna sarılır.
Böylece “bir insan yetiştirmek” yolunda ilk adım atılmış olur. Belkıs hanımın ilk görev yeri Van’dır. Daha sonra Anadolu’nun çeşitli beldelerinde öğretmenlik yapmıştır. Bu süre zarfında 1950’den 1970’e kadar 20 yıl boyunca Sâmiha Ayverdi ile mektuplaşmaları devam etmiştir.
Şimdi 85 yaşında olan Belkıs Dengiz elindeki mektupları Kubbealtı Akademisi Sâmiha Ayverdi arşivine hediye etmiş, tanıtacağımız kitap bu mektupların deşifresinden oluşmuştur.
Bu mektuplar sayesinde Sâmiha Ayverdi’nin bir insan olarak gündelik hayatındaki sevinçleri, kederleri, âilesi, geçim durumu, hastalık ve sağlığı gibi ayrıntılar hakkında da bilgi sâhibi olunuyor.
Mektuplarda Sâmiha Ayverdi’nin bir insanı irşad etmede takip ettiği metot ana hatlarıyla ortaya çıkıyor ki, bu metodun modern eğitim usulleri ile ne kadar uyuştuğu görülür.
Mektuplar-1 adlı 280 sayfalık kitaptan birçok konu başlığı çıkarmak mümkündür. Bu yazıda Averdi’nin irşad/eğitim metoduna dair derlediğimiz notları, ara başlıklar altında ve kısa değerlendirmelerle sunacağım.
Tasavvuf güzel ahlâk demektir.
Tasavvuf târifleri içinde ahlâka çokça vurgu yapılır. Târiflerden birine göre: “Tasavvuf ahlâktır, ahlâken senden önde olan tasavvuf bakımından da önde olur.”[3] Bir başka ifâdeyle: Tasavvuf ilâhî ahlâkla ahlâklanmak demektir.
Ayverdi Belkıs Hanıma şöyle yazar: “Elinle, dilinle, hissinle, fikrinle etrafını faydalandırmak; iyilik, doğruluk ve güzelliğin canlı bir nümûnesi olmak. Zira ahlâk ve fazîlet sâhibi olmayan kimse vatanını sevemez, dînini sevemez, insanları hayvanları hiçbir şeyi sevip faydası dokunamaz.”
Ona göre ahlâklı olmak bir irâde işidir: “İstemek olmak demektir. Gıybet etmemeye, yani adam çekiştirmemeye karar vermiş kimsenin dilini, kim bu işe zorla döndürür? Gene kendisi. Şu halde o kimse verdiği kararda lâzım olduğu kadar samîmî değildir.”
Tasavvuf eğitiminde boşalmadan dolmak yoktur: “İnsanlar kendilerini lüzumsuz, zararlı, menfî sıfatlardan boşaltmadıkça yerine faydalı, lüzumlu ve müsbet vasıflar getiremez. Ruh yönünden bu böyle olduğu gibi, zihnî cepheden de mesele aynı esasa tâbidir. Evet cehil (bilgisizlik) silinmedikçe ilmin gelmediği gibi.”
Ahlâklı ve faziletli olmanın gereklerinden birini şöyle dile getirir: “Evet yavrum. Bir insanı dört başı mamur, istikrarlı ve kıvamlı hâle getirmek için ona zihnî terbiye kadar rûhî terbiye ve disiplin de vermek şart. İşte hem kendileri mes’ut olan, hem de etraflarını şâd eden bunlar”dır. Devam eder: “Bir insan için başkalarına faydalı olmak kadar güzel bir mazhariyet olur mu?”
Toplumun ahlâka ne kadar muhtaç olduğunu örneklerle anlatır: “Asıl lâzım olan ahlâk seviyesini yükseltmek ve bu ahlâkı bir kıymet hükmüne bağlamak. Düşün ki köylü, sahtekâr, hırsız, merhametsiz, gaddar ve hamiyetsiz olursa, memleketin istihsal (üretim), ticâret ve ziraat hayâtı ne olabilir? Küçük bir misal: Trenlere ceviz, kestane, fındık gibi satılık şunu bunu getiren çocuklar, külâhların yarısını taş veya talaş gibi işe yaramaz şeylerle doldurmak hatasını bir kazanç sayacak kadar dînî ve içtimâî terbiyeden mahrum. Bence her şeyden evvel Türk cemiyeti ahlâka muhtaç.”
Eskiden insanların daha yardımsever olduğunu, bütün dünyada bu hasletin kaybolduğunu belirttikten sonra şunu söyler: “Halbuki tasavvuf terbiyesinde, kendisi kadar komşusu için hayır istemek ve bu hayrın yollarını araştırmak vardır. Neyleyelim ki bizi mahvetmek isteyenler evvelâ bu şuura kastettiler. Bize düşen, uykuda olan o değerleri uyandırmaya çalışmak ve bezip bıkmamak.”
Seyyid Ahmed er-Rifâî’nin “Ben kardeşlerimin ayıplarını gören gözü kör ettim”[4] sözü Ayverdi’nin bir mektubunda şöyle ifâde bulur: “Belkıscığım kusur değil, serâpâ meziyet ve nezâketten ibârettiniz. Kaldı ki kusur arayan kusur bulur. Bulamazsa da îcat eder. İnşallah hepimiz kusur görücü gözü kör edenlerden oluruz.”
Öğretmenlik şerefli meslek: “Tabiat kadar insanlarla da mücâdele etmek, onların da haşin, sivri taraflarını aşındırmak müşkül. Hele bir muallim için dâimî egzersiz, dâimî savaş ve mücâdele mevzûu.. Fakat o nispette de şerefli bir dâvâ… Evet bir körpe insana, insan olduğunu hissettirip onu, beşeriyete yakışmayan bütün vasıflardan kurtarmak.”
Hizmet ahlâkını şöyle anlatır: “Ölçün dâimâ bu olsun yavrum; mektep, ev, muhit arkadaş, dost ile olan muâmelede, hattâ yaptığın hayır ve hasenât işlerinde dâimâ Hakk’ın rızâsını esas al. Hareket noktan, insanlara ve tabiî ki Allah’a hizmet olsun. Ne gibi mi? Meselâ ekmek yiyorsun veya gezip eğleniyorsun. Eğer vücûdun cemiyete nezredilmiş (adanmış) bir hak malı ise gıdâ da eğlence de bu kıymetli varlığa lüzumlu, beşerî ihtiyaç olduğuna göre, tıpkı halkın hizmetinde olan makineyi yağlamak, temizlemek ve ona îtina etmek gibidir. Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri onun için: “El işte gönül hazrette” der. Binaenaleyh gönül, yani prensip merkeze bağlı olsun da dünyanın îcaplarını yerine getirmekten korkma.”
Her durumda işini iyi yapmak da bu yolun gereklerindendir; karı koca bu iki öğretmene, talebelerine bu şuuru vermelerini ısrarla ister: “Hepimiz, cemiyetin her ferdi demirci, duvarcı, manav, bakkal, memur, muallim, sanatkâr, zanaatkâr herkes, işini en iyi derecede yapacak olsa, kısa zamanda memleket cennete döner. Mesele, bu şuuru memleket sathında yaygın hâle getirmek, adeta bir kurtuluş parolası hâline sokmaktır.”
Bu meyanda şu öğütleri dikkati çeker: “Aman çocuklar size tavsiyem şu üç günlük dünyada birbirinizin kıymetini bilin ve birbirinizi kırmayın. Şu gök kubbenin altında en büyük zevk, kendi kendisi ile sulha varmış bir kimsenin başkalarına hizmet ve hürmetidir. Hocasınız, elinizde geniş imkânlar var demektir. İyilik edin, eğrilikleri doğruya çevirin. İnsanları sevince, bütün bu işler hem kolay hem de kendiliğinden oluverir.”
Derviş kimdir?
En geniş mânâsıyla derviş bir mürşide bağlanan, onun izinden Hak yolunda yürüyüp nefsini ıslâh eden, varlık iddiasından geçip Allah’ın birliğini bütün kâinatta görerek kendini Hakk’a ve onun yarattıklarına adayan kimse, diye târif edilir.[5]
Sâmiha Ayverdi 1950 târihli ilk mektuplarından birinde dervişi şöyle târif etmiş: “Derviş demek, Allah’ı ve insanları kayıtsız ve şartsız seven kimse demektir. Faraza bir arkadaşın menfaatine veya izzetinefsine şöyle bir dokundun mu, koskoca dostluk balonu iğne değmiş gibi bir anda sönüverir. Halbuki bir derviş, yâni insanlığın mânâsını anlamaya karar vermiş kimse, sen bir suç işlediğin zaman değil muâheze etmek, kendisi yapmış gibi mahcup olur. Zîra seni kendinden ayırt etmez. Sâdî-i Şirâzî’nin dediği gibi, insanlar yekdiğerinin âzâlarıdır.”
Yazarımız meşhur bir tasavvuf târifine atıfta bulunur: “Tekrar edeyim, derviş olmaya, samîmi olarak dervişlik umdelerine sâdık kalmaya niyet edenler, sevdiklerine yâr olmaya çalışırlar, bâr değil.[6] Onun için en sevdiğim kimselerden olan size de, hiçbir sebeple üzüntü, yorgunluk ve zahmet vermek istemem.”
Korku ile ümit arasında olmak
Allah hem sevilen hem de korkulan bir varlıktır. Tasavvufta asıl olan iki duyguyu dengeli bir şekilde tutabilmektir. Korku ile ümit arasında (beyne’l-havfi ve’rrecâ) olmak hâli ideal ölçüdür.
Belkıs Hanımın mektuplarında ümitsizlik anlarından, yaşadıkları rûhî gel-gitlerden bahsettiği anlaşılıyor. Sâmiha Ayverdi’nin bu gibi durumlarda öğrencisini râhatlatmış, hep ümitli olmayı telkin etmiştir:
“Benim aziz çocuğum, kork fakat ye’se kapılma, ümitsizlik, nevmîdî bizim için değildir. Artık senin terâzin için başkalarını kahırlara, azaplara, illetlere götüren hayat cilveleri bir toz mesâbesindedir. Bu terâziyi şöyle böyle yük, yerinden kıpırdatmaz.(…) Binâenaleyh yolundaki ârıza ve müşküllerden ye’se düşmeyerek aşk ve şevk ile yürü.”
“Can havli ile çırpınıyor, aklıma en her kapının ipini çekiyordum” diyorsun. Kapılar, dâima aynı meydana açılır; amma sen sâdece kendi kapını çal. Zîra hakîkatin kokusunu oradan aldın, feyz ve rahmete oradan mazhar oldun. Allah’la dirilmiş olanların ölmediklerine göre, imdat ve rahmet sağnağı her dâim oradan akmaktadır. Allah cümlemizi o kapının kulu kurbânı olmaktan ayırmasın.”
*
“Mânevî kuvvetlerden istimdada gelince, bu her insanın hakkıdır. Öyle “Yüzüm yok, haddim değil” gibi sebeplerle kendini çember içine almak hâli asla doğru sayılmaz. Sen bir temel hakîkat olarak mânâyı kabul etmişlerdensin, elbette sığınağın, ilticâ mahallin de gene o olacaktır. Yeter ki talebin meşrû, hak ve tabiat nizamlarını kırıcı olmasın.
Olmazların oluverdiğine şaşma. Her şey Allah’ın kudreti elindedir, yeter ki bunu idrak edicilerden olalım.”
*
“Belkıscığım, susuz kimse suya âşık olduğu gibi, su da susuza âşıktır. Onun için üzülme, arayan, sızlanan, dolanan elbette bulucu olur. Asıl felâket, gafletinin, dalâletinin farkında olmamaktır. Asla ümîdini kesme, asla me’yus olma… Sen nûra doğru atılırsın da ışık senden kaçar mı? Sen hakîkate koşarsın da o senden kaçıp saklanır mı?”
*
Belkıs hanım coşkun-taşkın bir tanıdığından bahsedip, kendisinde böyle bir duygu yoğunluğu bulunmadığını yazmış olmalı ki, Ayverdi’nin buna cevâbı çok ilgi çekicidir:
“Hele zevk ve şev kifayetsizliğinden şikâyetin pek yersiz. Düşün ki, içinde bir yanık olmasa, bu acıyı hissedebilir misin? O hanım çok iyi bir insan olabilir. Ama mesele taşkınlık ve coşkunluk değildir. Bilmiyor musun; “yan fakat tütme!” denir. Onun için ne varsa korda vardır, alevde değil.”
*
Belkıs Hanımın eşi Haldun Bey de öğretmenlik ve okul idâreciliği sırasındaki bâzı olumsuzluklardan söz etmiş olmalı ki Sâmiha Ayverdi ona da ümit dolu cümleler yazmıştır:
“Fakat ben kendi hesabıma me’yus (ümitsiz) değilim. Zira inhilâl olmadan, yâni dağılmadan, bir terkîbe varılamaz. Biz bu cemiyetin fertleri; yılmadan, usanmadan o terkîbin husûlüne hizmet etmekle mükellefiz. Düşün ki kış mevsiminin kahrını görmemiş, yağmurun, karın, fırtınanın tadını tatmamış bir gülfidanından çiçek beklenir mi? Sen o gül ağacını kurutmamaya bak. Çapala, sula ve baharı bekle… Vazîfen budur.”
*
“Usta kaptanlar, denizin cereyanlarını değiştirmeye uğraşmaz, gemisine o cereyanlar ortasında yol bulmaya çalışır. Evet her fırtınanın arkası, bir sükûnettir. Amma diyebilirsin ki, fırtınalarda batmak da olabilir. Doğru. Fakat, biiznillâh (Allah’ın izniyle) biz batmayacağız. Çünkü inancımızı kaybetmiş değiliz.”
*
“Kargalar sussun, artık bülbülleri dinleyelim. Acele etme a benim Halduncuğum. Varsın onlar da nöbetlerini savsınlar… Zamânı gelince, susma diye yalvarsak da gene susarlar sen hiç merak etme. Meselâ tavla oynuyoruz, kâh beyaz pullar kazanıyor, kâh siyah… İşte şimdi de siyah pulların devri. Hangi gece vardır ki sonu güneş olmasın?”
*
“İşte böyle oğlum, biz bu garip vatanın evlâtları, adımlarımızı çok dikkatli atmamız gereken kimseleriz. Memlekete faydalı olabilmek için aşırı heyecanlara kapılarak ağyâra (düşmanlara) fırsat vermememiz îcap eder. Sen, samîmiyetli, îmanlı ve dürüst bir gençsin. (…) Fakat ezilmemize, gadre ve zulme uğramamıza rağmen, sâhile doğru yüzen bir kazâzede gibi, biz gene o selâmet kenarına vâsıl olmak yolunda bu dalgalı denizi geçmeye mecbûruz. Çok şükür ki tutunacak ve batmamıza mâni olacak bir cankurtarana yapışmış bulunuyoruz. Üzülme benim sevgili oğlum. Allah doğruların yardımcısı ve koruyucusudur.”
Hayatın içinde olmak
Sâmiha Ayverdi’nin tasavvuf anlayışı hayattan kopuk değildir. Onun için esas olan sıkça tekrarladığı gibi “el işte gönül Hak’ta” olmak ve günlük işlerini de olması gereken şekilde eksiksiz yapmaya çalışmaktır. Dünya işi, âhiret işi diye bir ayırım yapmaksızın hepsini düzgün bir şekilde götürmektir. Belkıs Dengiz’e yazdığı mektuplarda bu durum açık seçik görünür:
“Mektûbunda bir nokta, bende bir tedâîye (çağrışıma) yol açtı. Diyorsun ki: “Bugünlerde müfettiş gelmek ihtimâli kuvvetli, eksik olan planlarımı bitirdim.” İşte Belkıscığım, insan oğlu maddî sâhada nasıl böylece hazırlanıp teftiş vermeye liyâkat kesbediyorsa, mânevî sâhada da her an içini yoklanabilecek bir halde tutması lâzım.”
Sâmiha Ayverdi yeri geldikçe çocukların eğitimine dâir tavsiyelerde bulunur, kızı Ayşen’i büyütürken fikrî tarafı kadar folklor zevki alarak da gelişmesini hatırlatır. Hastalıklarıyla bile ilgilenirken mânevî yönün sağlığına da dikkat çeker:
“Benim yavrum, grip geçirdiğine pek üzüldüm, geçmiş olsun. Hasta olmamak kābil değil; fakat onu müzmin hâle sokmamaya çalışmak lâzım. Zîra maddî olsun, mânevî olsun ârızayı, zamânında ilerlemeden geçiştirmeye bakmak gerek.”
*
“Faraza bir memlekette sârî (bulaşıcı) hastalık zuhur eder; edince de müstaid (hazır) olanları yere serer. Fakat o hastalığın aşısını yaptırıp muâfiyet (bağışıklık) kazanmış olanlara diş geçiremez. İşte yavrum, bir dervişin ya da derviş meşrep bir kimsenin de bulaşıcı cemiyet hastalıklarına karşı yalnız muâfiyet aşısı yaptırması değil, hattâ ona hekimlik etmesi gerektir. Mâdemki idealist ve îmanlı bir adamsın, yılmak, yorulmak bilmeden, iyiliğin, doğruluğun, bilgin, tatlı dilin, güler yüzün ile cemiyeti teshir edip (kendine bağlayıp), insanları kötülüklerinden utandırmaya bak. Bir gün Hz. Mevlânâ’ya: “Senin müritlerin çok kötü adamlar” diye târiz etmişler. “Eğer iyi olsalardı ben onlara mürit olurdum” buyurmuş. Mârifet insanlardan el etek çekmek değil, oldukları gibi kabul edip, bir kayayı yontarcasına işleyerek, girintilerini çıkıntılarını düzlemektir. İnsanlar fenâ imiş. Olsun, sen iyi ol.”
Namaz
Sâmiha Ayverdi ibâdetler konusunda hassastır. Namaz, ibâdetlerin en önemlisidir. Bakın manevî yönüne de değinerek bu konuda neler yazmış:
“Mektûbunda beni fevkalâde mütehassis eden (duygulandıran) nokta, namaza başlamış olmandır. Namaz, deyip de geçmeyelim. Eğer Allahü ekber deyip de iki elimizi kaldırmakla iki dünyâyı unutacak bir huzur ve zevke kavuşursak, yeryüzünde insanoğlu için bundan kârlı bir alış veriş olamaz. O birkaç dakîkalık, insanın kendi kendisiyle kalışı, ne büyük saâdettir. Teşbihte hatâ olmaz derler, hani fıkır fıkır kaynayan bir çömleğin kapağını kaldırmakla, taşıp ateşi söndürmesine mâni olunduğu gibi dünya işleriyle bunalıp işbâ (doyum) hâline gelen bir kimse için de namaz, keza aynı soluk alış, ferahlık ve sükûn buluştur. Fakat namazın bitip tükenmez fazîleti, böyle üç beş satırla îizah olunamaz. Fırsat düştükçe ben sana bu zâviyeden söz söylerim.
Namaz hayat makinesinin emniyet supabıdır. Günde beş nöbet bu süpabı faâliyete geçirmekle nice tehlikelerin önüne geçilebilir.”
Belkıs Hanımın, okulda görev zamanlarında namaz konusunda karşılaştığı bazı zorlukları yazdığı anlaşılıyor. Buna karşı Ayverdi’nin cevâbı şöyle olmuş:
“Namaz kılmak husûsunda zamânın şartlarına göre akl-ı selîminin îcaplarını yapmanı hiç de tenkit edilir görmedim. Bilâkis hareket arzın pek yerindedir; kılmaya çalış, başkalarını günahkâr etmemeye dikkat ederek, önüne çıkacak engelleri bertaraf etmeğe uğraşmak da hem bir zevk hem de bir mücâhededir.”
Ah Teslîmiyet
Sâmiha Ayverdi asıl meselenin kuvvetli îman ve teslîmiyet olduğunu söyledikten sonra, bunu açar ve şöyle îzah eder:
“Tevekkül ve teslîmiyet demek, Hakk’ın hükümlerine karşı pasif kalmak ve altındaki gizli sırra boyun eğmektir. Yoksa umûrunda (işlerinde) çalışmamak, mücâdele etmemek ve cemiyete karşı körü körüne gevşeyip kalmak değildir. Görüyorsun ki yavrum, anan, bu dünya dalgaları arasında ölesiye çalışıyor, didiniyor. Amma bütün tedbir ve mantık hamlelerine rağmen buyruğunu yaymakta direnen mukadderâta da “Sen benden iyi bilirsin,” demeye çalışıyor.”
*
Seçtiğim cümleler ummandan bir damla sayılır. Kitapta millî, mânevî, terbiyevî çeşitli konulara dâir pek çok malzeme mevcuttur. İyi bir baskı ve sayfa düzeniyle rahat okunan bir eserdir. Ayrıca bugün az kullanılan kelimelerin anlamları dipnotlarda gösterilmiştir.
Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ
medeci42@yahoo.com
[1] Sâmiha Ayverdi, Mektuplardan Gelen Ses, Hülbe yayını, İstanbul, 1985; aynı yazar, Sâmiha Ayverdi’nin Mektupları, Kubbealtı neşriyatı, İstabul, 2002
[2] Sâmiha Ayverdi, Mektuplar-1 Belkıs Dengiz, Kubbealtı neşriyatı, İstabul, Ekim, 2015
[3] Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, çev. Süleyman Uludağ, Degâh yayını, İstanbul, 2003, s. 369
[4] Kenan Rifâî, Seyyid Ahmed er-Rifâî, yayına haz. Mustafa Tahralı, Sadeleştiren, Mehmet Demirci, cenan Vakfı neşriyatı, İstanbul, 205, s. 94
[5] Bkz. Kubbealtı Lugatı
[6] Dede Ömer Rûşenî’ninn uzun bir tasavvuf manzûmesinde şu beyit yer alır: “Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır / Gül-i gülzâr olup hâr olmamaktır.”
Bir yanıt bırakın